Türkiye’de işçiler can çekişirken sendika yok, sendika ağaları var

Türkiye’de sendika hareketleri Osmanlı’nın son döneminden başlayarak günümüze kadar kimi zaman geniş kimi zaman ise dar bir alanda kendisine varlık alanı bulabildi. Özellikle 1961 Anayasası ile işçiler geniş sendikal haklara sahip oldular. Ancak Türkiye’de işçiler için bahar çok uzun sürmedi.

Tarihler 1 Mayıs 1977’yi gösterdiğinde Türkiye o kara günü yaşadı.

Türkiye’nin her yerinden İstanbul’a akın eden 500 bin işçi Taksim Meydanı’nda toplanmıştı. Saatler süren mitingde DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in konuşması devam ederken meydana hâkim konumda bulunan otelin 10. katından ve bir kamu kuruluşunun çatısından kalabalığa yaylım ateşi açıldı. Ortalık cehennemi andırıyordu. Öyle bir panik yaşandı ki, can havliyle kaçışanlar birbirini ezdi.

Ertesi gün, bilanço çok ağırdı. Ezilerek ölenlerin 28 kişi olduğu, 5 kişinin vurularak, 1 kişinin de panzer altında kalarak öldüğü belirlendi. 136 işçi de can pazarında yaralanmıştı. Panik anının görüntüleri Türkiye’nin hafızasına hiçbir zaman çıkmadı.

İşte o günden sonra işçiler için baskı her geçen gün daha da arttı ve 1961 Anayasası’nda kazınılan haklar günümüze kadar erdikçe eridi. Asıl önemli olan ise Taksim o günden sonra kısır tartışmaların odak noktası olmaya başladı. İşçilerin simge olarak gördüğü meydan adeta işçilerin önünde bir engel olmaya başladı. Öyle ki yaşanan o korkunç günden sonra işçiler hükümetlerle sık sık Taksim’e çıkma konusunda tartıştı, çatışmaya girdi ancak, bir şey unutuldu. İşçi hakları… İşçi hakları hep çatışmaların, kavgaların arkasında kaldı.

Bu süreçte sendikalar her geçen gün daha da zayıflarken ortaya bir zümre de çıktı. Sendika ağaları… Yani sendika başkanları. İşçiler Taksim için meydanlarda dayak yerken, onlar televizyondan izlediler. İşçiler meydanlardayken onlar son model araçlarıyla meydanlara gelmeye çekinmediler. İşçiler karın tokluğuna çalışırken, onlar ceplerini doldurdular adeta sendika zengini oldular. Rakip sendikalara hep düşman gözüyle baktılar. Sözün özü sendika ağaları kendi elleriyle Türkiye’de sendikalaşmaya en büyük darbeyi vurdular.

Sosyal Güvenlik Müşaviri Ali Tezel de bu kokuşmuş yapıyı 2013 yılında çok güzel özetlemişti. Sendikalarda toplanan parayı ve sendika maaşlarını gündeme getiren Tezel şunları yazmıştı:

“1- Sendikalar, Toplu İş İlişkileri Yasası’nda yüzde 3 ülke barajına karşı çıkıp, sadece yeni kurulacak sendikalar için geçerli olmasını kabul ettirdi.

2- Sendikaların aylık aidat geliri 500 milyon lirayı buluyor. Peki bu para yılda bir yapılan Taksim afiş-flaması dışında nereye harcanıyor?

3- Sendika yöneticilerinin maaşları 2.500 lira ile 5.000 lira arasında. Başkanlar arasında ise çeşitli makamlar toplandığında 25 bin lirayı bulan maaş alanlar var.”

Deneyimli sendikacı ve ODTÜ öğretim görevlisi Yıldırım Koç’un, Epos Yayınları tarafından yayımlanan “Sendikada Yolsuzluk Yapmanın El Kitabı” adlı çalışmada daha da trajik örnekler var.

“Sendikacıların renkli yolsuzluk yöntemlerine yer veren Koç’un yazdığına göre, bilinen bir sendika başkanı lüks bir restoranda eşiyle yediği “mavi ıstakozu”, işverenlerle yapılan bir görüşmede “yenmiş” gibi gösterdi. Pavyonlarda konsomatrislere ısmarlanan “artist şampanyaları” sendikaya fatura edildi. Faturanın üzerindeki “rakı” ibaresi ufak bir değişiklikle “roka”ya dönüştürüldü.”

Yani işçilerin alın terleri içki sofralarına meze edildi.

Sendika başkanlarının bu tutumu akıllara Hz. Muhammed’i (s.a.s.) getiriyor. Bilenler bilir, İslam dininin peygamberi Kabe’nin tamiratında bizzat taş taşımış, hatta omuzları yara olmuştu. Peki bugün sendika ağaları aynı taşı taşıyabilir mi? İşçiler için kendi mefaatlerinden vazgeçebilirler mi?