Türkçe münasebetiyle IV (Köşe yazısı)

“DİL DEVRİMİ”, “UYDURUKÇA DİL” İLE NİÇİN VE NASIL BAŞLADI VE ATATÜRK BUNDAN NEDEN VAZGEÇTİ?

Süleyman KOCABAŞ

kocabassuleyman@gmail.com

           Atatürk’ün “Kültür Devrimleri” nden denilen adı üzerinde yanlış telaffuz edildiği halde “Dil Devrimi”  en zor ve zikzaklı  olanı oldu. Arapçadaki “inkılap” ve bir bakıma da “ihtilal”  kelimelerinin  uydurukça karşılığı “devrim” demek, “bir şeyi alt -üst etmek, yan yatırmak” demektir. İşte, dil bir milletin hayatında süreklilik arz ettiği, “devrim” le değil “”evrim” le geliştiği için “”Dil Devrimi” demek bu sebepten yanlıştı. “Dil Devrimi” demenin yanlış olduğunu, daha önceki yazılarımızda  “inkılapların kanunları” na da aykırı olduğunu  belgeleriyle  anlatmıştık.

         Mustafa Kemal Atatürk’ün mesleği askerlikti ve asıl olarak bu alanda temayüz etmişti.   Dil konusunda en yakın çalışma elemanlarından Hikmet Bayur, Falih Rıfkı Atay, Ahmet Cevat Emre’nin hatırlarında anlattıklarına  göre, “Atatürk bir dil uzmanı değildi. Dilden anlamazdı.  Bu sebepten dilci geçinenlerin etkisinde kalmıştı.” Kendisi de aslında,  aşağıda anlatacağımız üzere, “Uydurukça Dil” den vazgeçerken, “Benden isteyenlerin isteklerini denedik  ve tecrübe ettik. Tutmadı”  diyerek bunların etkisinde kaldığını dile getirecektir.

       Atatürk’ün “Dil Devrimi” konusunda etkisinde kaldıkları kimseler, neredeyse  tamamen  “hakiki dil uzmanları, birinci sınıf dilciler, üstat ve duayen yazarlar”  değil, ikinci, üçüncü  ve belki de hiç dereceye giremeyecek ehliyetsiz, liyakatsiz ve amatör  kimselerdi. Bunlar, biraz da Atatürk’ün devrimler geleneğinde, onun gözüne girmek, bu sayede itibar sahibi olmak, makam ve mevkii kapmak için ona “yaranmak” kabilinden kendilerini gösterdiler. İşe  biraz da “yıkıcı amaçlı ” olarak “iç ve dış algı operasyonları” nın damgasını vurması, yapılanları büsbütün  berbat etti.

      Osmanlı döneminden gelen, toplumu “iki dillilik” ten kurtararak, herkesin yazıp ve konuşup anlayabileceği genelde bir “halk dili” haline getirmeye yönelik Tanzimat’la birlikte 1840’larda başlayan ve 1922’ye gelene kadar adına “Dili Sadeleştirme” denilen “dili ıslah hareketi” yle, Türkçeden Arapça ve Farsça  tamamlamalar terk edilerek ve genelde “aşrı tasfiye” ye gitmeksizin   Türkçe olan kelimelerin kullanılmasına  özen gösterilerek, adı geçen sadeleştirilme süreci tamamlanmış, “Dil Devrimi” günlerinde yaşamaya devam eden Mehmet Akif, Yahya Kemal, Halit Ziya Uşaklıgil,  Yusuf Ziya Ortaç, Halide Edip Adıvar,  Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa,  Ali Canip Yöntem, Ahmet Emin Yalman, Prof. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Mükremin Halil Hiç, Celal Nuri, Hüseyin Cahit Yalçın  vb. edebiyatçı ve  yazarlar, edebiyatımızda birer “şaheser” ve “klasikler” den olan kitaplarını “Sadeleştirilmiş Dil”  ile yazmışlardı. Atatürk de “Nutuk” unu  1927’ de bu dilli yazmış,  20 bin Arapça ve Farsça kelime kullanmıştı.

          Atatürk, 1932’de  Türk Dil Kurumu’nu  kurarak, öncülüğünü yaptığı “Dil Devrimi” konusunda, başlangıcındaki esası, dilimizdeki bütün Arapça ve Farsça kelimelerin  topyekun tasfiye  ile yerlerine “dili arılaştırma, öztürkçeleştirme” adı altında  “uydurukça dil” e yukarıda adları  geçen üstat ve duayen yazarları  “kazanmak” için büyük çaba harcamışsa  da bunu başaramamış, özellikle   Yahya Kemal için, “O, Dil Devrimine kazanılmadıkça  bu iş başarılı olamaz” denilmiş,  yazarımız, kendisini bu uğurda   sık sık sıkıştırması  karşısında “Paşam, beni kendi halime bırak” diyerek kesin tavrını ortaya koyunca, Atatürk onun üzerinde durmaktan vazgeçmiş, aşağıda göreceğimiz üzere “Uydurukça Dil” den dönüş yaparken de onun için “Yahya Kemal haklı çıktı” sözlerini sarf etmiştir.

       “Dil Devrimi” ne, günlüklerinde  yer aldığı üzere Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tepkisi de  söyle olmuştu: “İnkılapların taraftarıyım ve dil meselesindeki ifratlar hariç.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, “Seçmeler”, YKY, İstanbul, 1992, s. 310). İşi bilen,  ehil, üstat ve duayen yazarların “Uydurukça Dil”e karşı çıkmaları haksız ve yersiz değildi. Çünkü, şiir, makale ve romanlarını  bu dille yazmak isteselerdi    “şaheserler, klasikler” yazamazlardı.

                                               “Dil Devrimi” nin Talihsiz Başlaması

           Daha sonra bunu “hatalı, yanlış” görüp vazgeçeceği halde, “Dil Devrimi” nin başlangıcı yıllarında, adı geçen devrime Atatürk’ün biraz da “asker kişiliği” damgasını vurmuştu. Bu cümleden olarak, Sadri Maksudi  (Arsal)’ın 1930’da yayınlanan “Türk Dili İçin” isimli kitabına bir “takdim”  yazısında       “Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır” ifadesini de kullanmıştı.

          Görülüyor ki Atatürk, başlangıçta  dil konusuna  “askeri  stratejik ve taktik terminoloji ” ile bakıyor ve başlıyordu. Başkomutanı olduğu İstiklal  Harbimiz yıllarında, vatanımızı dört bir tarafından işgal eden düşman askerlerini savaşıp kovarak bağımsızlığımıza kavuşmuştuk. Atatürk’ün buna kıyasla ima ettiği, dilimizdeki  Arapça ve Farsça kelimelerini de “yabancı askerlerin işgaline” benzeterek, bunların da atılmak suretiyle “Dilimize  de istiklalini kazandırmak” düşüncesi, toplumun sosyolojik, kültürel   bir yapılanmasının askeri bir yapılanma ile karşılaştırmaya tabi tutulduğu kendisini gösteriyordu ki, zaten Atatürk’ün yaptıkları için de “Atatürk İhtilali” veya “Anadolu İhtilali” denildiği halde, dil konusundaki bu görüşleri  “ihtilallerin kanunları” na da aykırı idi. Sonra, 19. asırda  Batı’da yoğun olarak yapılan  “Dil Reformları” geleneğine de aykırı idi. Bunun böyle olduğunu, “Türkçe Yılı Dolayısıyla III” yazımızda Batılı Türkologlar ve ilim adamlarının eleştirileri  ve gösterdikleri çözüm yollarıyla  dile getirmiştik. Avrupa’da hemen  hemen her  dilini yeniden ıslah ve düzenlemeye kalkışmıştı ama,  bunlarda bizdeki gibi yüzde yüz tasfiyecilik  yaşanmamıştı. Çünkü dünyada “saf dil” yoktu. Saf dil, arı dil  kabile dili olup dillerin en ilkelidir. Yaşayan dilleriyle  Batılı milletlerin kelimelerinin  % 60 -70 ini başka dillerden kelimeler  meydana getirmiştir ve getirmeye devam etmiştir.

                                                      “Uydurukça Dil” Salgının Başlaması

       “Türkçe  Yılı Münasebetiyle” yazılarımızda geniş olarak dile getirdiğimiz  üzere, “Uydurukça Dil” in sebeplerinden olarak, kuru-sıkı ve hamasi bir milliyetçilik duygusu yanında, “Medeniyet değiştirmek” in sanki bir “elbise değiştirmek” gibi yanlış algılanması sonucu kendisini gösterdi. “Medeniyet Davası ” işinin  “Medeniyetler arası bir sentezleme” olduğu bilerek veya bilmeyerek  gözardı edildi.

      “Uydurukça Dil”  yapılanmasına öncülük teşkil etmesi için halk dilinden ve Orta Asya’dan Türkçe kelimelerin  derlenmesi sonucu    iki ciltlik Tarama Dergisi yayınlandı; “Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu” ve “Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu” isimli kitapçıklar hazırlandı. Cep kılavuzlarına, Türkçede  karşılığı olmayan kelimelerin yerine masa başında uydurulan ve dilimizin gramerine uymayan uydurukça kelimeler de konulmuştu.  Artık bundan böyle   bu dergi ve kitapçıklardaki   öz Türkçe kelimeleri kullanılarak yazılması ve konuşulması istenilmeye başlandı.

      Bunun öncülüğünü de Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa yaptı.  3 Kasım 1934’de Çankaya Köşkünde  İsveç Veliahtı  Prens Gustav  Adolf’u kabul toplantısında yaptığı konuşmasında uydurukça kelimeler kullandı. Konuşmadan  kimsenin bir şey anlamadığı bu kelimelerin sayısı 35 idi.

      Atatürk, 1932’den başlayarak 1936’da “Uydurukça Dil” den vazgeçeceği yıla kadar bütün kutlama yazıları ve TBMM’ni açış konuşmalarında hep uydurukça kelimeleri kullandı.

      Gazetelerden olarak, bütün gazetelere haber salınarak, artık bundan böyle köşe yazarlarının yazılarını  arı dil,  öztürkçe  ile yazmaları “zorunlu” hale getirildi. Köşe yazarları buna uyarak akşamdan, Osmanlı döneminden gelen  “Sadeleştirilmiş  Türkçe”   veya “Yaşayan Türkçe” ile yazdıkları makalelerini, sabah  götürüp gazetede, adlarına “ikameci” denilen uydurukça  dil yapmak için özel olarak görevlendirilmiş kişilere  veriyorlar, bunlar, yazarlardan gelen metinlerdeki bütün  Arapça ve Farsça kelimeleri Tarama Dergisi ile iki  cep kılavuzundan aldıkları  “öz Türkçe kelimeler” denilen kelimelerle değiştirerek yeniden kendileri yazıyorlar, öğleye doğru gazetenin matbaasına teslim ediyorlar, gazeteler sabah çıktığında,   halkın okuyarak anlamasını bir kenara bırakınız, köşe yazarları bile yazdıklarını anlayamıyorlardı. Bunları anlatan   Falih Rıfkı Atay’ın dile getirdiklerine göre, bu “ikameci” işinden olarak, Cumhuriyet’in sahibi Yunus Nadi, başyazılarını yazdıktan sonra “ikameci” ye vermeyerek uydurukça dile çevrisini kendisi yapar, bu haliyle gazetesine verir, gazete sabah çıktığında, yazdığı yazısını okuyunca  kendisi bile anlamazmış. (Falih Rıfkı Atay, Işık, Dünya Gazetesi,  17 Temmuz 1966)

   “Öz Türkçeye öncülük etsin” diye  hazırlanan Tarama Dergisi ve yapılan iki kılavuz kitap çalışmaları boşa gitti. Edebiyatçılarımızdan Peyami Safa’nın yazdıklarına göre,  “Tarama Dergisi, Kılavuz, Sözlük gibi bir sürü lügat kitaplarında  öz Türkçe diye ortaya koyduğumuz kelimelerin yüzde doksan dokuzu sayfalarında gömülü kaldı ve  yaşamadı, çünkü dilin cevheri bunları kustu ve dışarı attı.” (Peyami Safa, Osmanlıca Türkçe Uydurukça, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1990, s. 136)

Atatürk’ ün “Uydurukça Dil”den Vazgeçmesi

      “Uydurukça dil” de insanların “deneme ve tecrübe” nin “kobay” ı olarak “kullanıldığı bir yer de Atatürk’ün sofrası oldu.  Çankaya köşkünde  sofranın müdavimlerinden Falih Rıfkı Atay hatıralarında  anlattığına  göre, Atatürk  sofrasına gelen hemen herkese, içinde  hiçbir Arapça ve Farsça kelime olmayan “arı dil” veya  “öz Türkçe” kelimelerden ibaret birer  nutuk söylemeleri için  görevler veriyordu.  Cumhuriyet gazetesi sahibi ve başyazarı Yunus Nadi, TBMM Başkanı Kâzım Özalp, İçişleri Bakanı  Şükrü Kaya bunlar arasında olan kimselerdi. Atay, Yunus Nadi’nin “uydurukça nutuk” unu yazmak için  ne  büyük zorluklar ve sıkıntılar çekerek hazırladığından  ve bunu okurken de   ıkınarak, sıkılarak büyük zorluklarla kanter içinde okuyup bitirdiğinden bahseder.   En güzel “Uydurukça Dil” i İstiklal Savaşı komutanlarından emekli general   Kâzım Dirik konuşurmuş. Atay,   onun için de “çıtır çıtır konuşurdu” görüşlerine yer verir ve yine hatıralarında  Atatürk’ün bütün bu uydurukça konuşmalardan  sıkıldığından, bunlardan hiçbir şey anlaşılmadığı için  giderek rahatsızlık duyduğundan   bahisle, onun artık bundan dönülmesine yönelik son kararı aşamasına geldiğine yönelik  şunları yazar:

       “Bu dar  özleştirme (arı dil, uydurukça)  sıkıntıları içinde bir gün, arkadaşlarından birine  bir nutuk söylettiğini hatırlıyorum.  Hiçbir yabancı kelime kullanmayacaktı. Ayağa kalktı. Nutuk  bir kekelemeden ibaretti. Kendisine (Atatürk’e)  dedim ki:

    -Sanki İç Asya’dan (Orta Asya’dan)  gelen biri size derdini anlatmaya çalışıyor. Ama derdi nedir? Hiç birimiz öğrenemedik. Güldü. Sonra yalnız olduğumuz bir gün:

    “Çocuk beni dinle’ dedi.  ‘Türkçenin hiçbir  yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Bir çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakırlar mı? Bırakmazlar. Biz de çıkmazdan kurtarma şerefini başkalarına bırakamayız’  dedi.” (Falih Rıfkı Atay, Işık, Dünya Gazetesi, 17 Temmuz 1966)

     Atatürk, Atay’a söylediklerinin benzerini iki yazara daha söylemişti. Bunlardan Ahmet Cevat Emre’ye  “Dilde ve musikide inkılap olmaz.” (Ahmet Cevat Emre, İki Neslin Tarihi,  Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1960, s. 338 – 339) sözlerini sarf ederken, İsmail Habip Sevük’e de: “Bu dil işi bu tutumla (uydurukça ile) sökmeyecek;  ben öldükten sonra döneceklerine  ben kendim dönerim.” (İsmail Habip Sevük, Dil Davası, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1949, s. 29) sözlerini sarf etmişti.

      Atatürk’ün bir sofra toplantısında   “Dil Devrimi” ne aktif destek verenlerin yanında Yahya Kemal de vardı. Konuşmasının bir bölümünde, onun “Uydurukça  Dil” e destek vermemesinin “erdem” ini dile getirmek  için, “Yahya  Kemal’in vehmi sizin   ilminizi  yendi” diyerek, dil konuşunda kendisini yanlış yönlendirenleri  tenkit etmişti. (Nihat Sami Baharlı, İlmi Yenen Vehim, Meydan Dergisi, 28 Şubat 1967, s.11)

        Atatürk, bu dönüşünün ardından hiçbir konuşması ve yazışmasında artık bundan böyle  masa başında üretilmiş uydurukça kelimeleri  kullanmadı. Yaşayan dilimizde kullanılmaya  devam eden Arapça ve Farsça kelimelerin kullanılmasına geri döndü.

        Atatürk’ün “Uydurukça Dil” den dönmesinin bir diğer göstergesi de “Güneş Dil Teorisi” ne büyük önem vermesi oldu. Bu teoriye, Avusturyalı Dr. H.F. Kevrdie, 45 sayfalık bir “deften karalaması” sında ortaya atmıştı. Bunu göre, bütün dünya dillerinin Türkçeden geldiği ileri sürülüyordu. Atatürk, 1936’da yapılan  Üçüncü Dil Kurultayını bunun ispatlanmasına ayırmıştı. Ona göre,  dilimizdeki  kelimelerin büyük bir kısmını meydana getiren Arapça ve Farsça dillerinin de “Türkçeden gelme diller” olduğu ispat edilirse, mesele kalmaz, zaten “dil davası” nda asıl güdülen amaç, “milliyetçilik,  onu millileştirmek” olduğu için, artık bundan böyle adı geçen dillerin kelimeleri aslından  bizim olduğu için onları kullanmakta bir mahzur olmayacaktı. Ayrı bir yazımızda detaylı olarak inceleyeceğimiz “Güney Dil Teorisi” ispatlanamadığı için  tutmadı. Atatürk’ün vefatından sonra gündemden tamamen düştü.

        Atatürk’ün “dilde ve musikide inkılap (devrim) olmaz” sözünü “bilinçsizce  söylemiş” olması düşünülemez. Konu  buraya  gelmişken  filoz Aristo’nun  “Bir milletin ruhunu ve değerlerini yok etmek istiyorsanız, diline, hukukuna ve musikisine dokununuz” sözüne kulak vermeliyiz.

      Bir milleti yok etmek için niçin dili ve müziğine dokunulmalıdır? Çünkü, bir milleti  millet yapan ve diğer milletlerden “farklı” hale getiren onun kendine özgü milli dili ve milli müziğidir. Millet için zaten devamlı, “Milli dilini kaybeden milletler yok olurlar” denilmiştir. Bu sebepten, bir millet yaşatılmak isteniyorsa onun dilinde inkılap yapılamaz. Zira dünyada “saf dil” diye bir dil yoktur. Bütün diller birbirinden etkilenmişlerdir. En gelişmiş, ileri diller denilen İngilizce, Fransızca, Almanca’ nın bile % 60-70’i Latince ve  Eski Yunancadan kelimelerdendir.   “Saf dil”,  “kabile dili” dir ki, dillerin en ilkeli  budur.

       Müzik ise, genel anlamda tarif    edildiği üzere, “Bir milletin milli dilinin sazlı ve sözlü olarak estetik hüviyet kazanmasıdır.” Bu bakından müziğin “evrensel” i  veya “uluslararası” olanı olmaz. Milletler  ancak kendi müziklerinden zevk alırlar, onunla mest olurlar. “Müzikte Batılılaşma” da bu sebepten, milletimiz nezdinde  kabul görmemiş, milletimize  yabancılaşmış küçük bir azınlığın lüksü ve modası haline gelmiştir.

         Geçmişten günümüze, “Dil Devrimi” sürecinde yaşanan en talihsiz gelişmelerden birisi de, Atatürk “Uydurukça  Dil” in zararlarını görüp bundan vazgeçtiği halde, o hayata  gözlerini yumduktan sonra ise, onun dönemini müteakiben gelen “İnönü Dönemi” nde (1939 – 1950), Milli Şef ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün, Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü’nün dile getirdiği üzere “Atatürk’ün başaramadığı Dil Devrimini ben tamamlayacağım” (Nihat Sami Banarlı,  Fuat Köprülü ve Türk Dili, Meydan Dergisi, 2 Ağustos 1966, s. 15)) diyerek, “Uydurukça Dil” e geri dönmesi oldu. Bu görevi, Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel ve  kültür danışmanlarından  Nurullah Ataç’a verdi. Yücel zamanında “Uydurukça Dil” ders kitaplarına girmeye başladı. Ataç, yaptığı aşırı uydurma  dille  tarihimize  “Türkçenin anasını ağlatıcı, mezarını kazıcı” (Nejat Muallimoğlu, Türkçe Bilen Aranıyor, Muallimoğlu Yayınları, İstanbul, 200, s. 315), “Türkçeyi Ataç yıkmıştır” (Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık  Günleri, Polat Ofset, Ankara, 1972, s. 109)  hükümleri ile  geçti.  1 8 2021