Tarih bizi çağırıyor (Köşe yazısı)

ARAPLARIN SELÇUKLU VE OSMANLI YÖNETİMİNE GİRMELERİ

TARİH BİZİ ÇAĞIRIYOR .. TARİH  DÜN BİZİ NASIL  ÇAĞIRMIŞTI?

 Süleyman KOCABAŞ

kocabassuleyman@gmail.com

         Bu yazımızda, “Tarih Düz Bizi Nasıl  Çağırmışı?” dizi yazımızın IV’üncü bölümünden olarak Müslüman Arapların Selçuklu ve Osmanlı yönetimine kendi istekleri ve davetleri ile nasıl girdiklerini  anlatacağız.

        Orta Asya Türklerinin İslamiyet’le tanışmaları, buraya yönelik Arap fetihlerinin 8. yüzyılın (700) başlarında başlamasıyla birlikte kendisini göstermiş, İslam dinine girme süreçleri yaklaşık  250 yıl sürmüş, bütün Türk boylarının 10. Yüzyılın (M. S. 900)  ortalarında topyekun Müslüman olmaya başlamalarıyla birlikte tamamlanmıştır.

        Şamanların dininden olan Türkleri yurtlarında, Hristiyan misyonerleri, Müslüman Araplar ve Budistler kendi dinlerine girmeleri için 300 yıllık süreyle mücadele vermişler, en sonunda Türkler, kendi geleneksel dini inançları ve kültür yapılarına en çok benzeyen İslam dinin girmek  suretiyle Müslüman olmuşlar, Müslüman olmaları aynı zamanda onların kavimleri arasında yaşanan kavgalardan sıyrılarak İslam’ın getirdiği  ortak kültür yapılanması ve emelleri dahilinde  millet olma süreçlerini  tam anlamıyla tamamlamışlardır.  Türlerin Müslüman olmaları, tarihlerinde en önemli dönüm noktalarından birisi olmuş, bunun önemi, Müslüman olmayan Türk kavimlerinin  girdikleri başka dinlerin milliyet unsurları içinde sosyal asimilasyona  uğrayarak milli kimliklerini  kaybetmelerinden  kaynaklanmıştır.

Abbasi  Halifesinin İslam Dünyasının  Siyasi –Askeri  Liderliğini Selçuklu Devletine Devri

       Müslüman olan Türkler, 10. Yüzyılın (900) ortalarından  itibaren Orta Asya’dan kitleler halinde Ortadoğu’ya göce başlamışlardır. Bunların buraya gelişleri sırasında Ortadoğu İslam dünyası tam bir buhranın içine düştüğü ve Arapların Abbasi Devleti büyük çöküş yaşamaya başladığından, Müslüman Türklerin “taze bir güç” olarak gelmeleri, İslam Medeniyeti ve dünyasının yaşaması uğrunda ona “taze bir kan” vermek şeklinde kendisini gösterince  bu medeniyet ve dünyaya hakimiyet de giderek Müslüman Türklerin eline geçmiş, bunun ilk göstergesi, Abbasi hükümdarı ve halifesinin  İslam dünyasının cismani ve siyasi hakimiyetini    1058’de Selçuklu Devleti Sultanı Tuğrul Bey’e vermesiyle kendisini göstermiştir. Bu devir ve tesliminin nasıl yapıldığına dair Batılı yazar Sedillot kitabında şunları yazar: “Her fetih ettiği şehirde  bir mabet İnşa eden Tuğrul Bey’in dindarlığı halifenin dikkatlerini üzerine çekmiş ve onun himayesine gidip İslam devletleri üzerindeki  cismani hakimiyetini kendisine devretmişti.  Devir ve teslim merasimi  Bağdat’ ta oldu. Tuğrul Bey, ümerasıyla beraber  silahsız olarak sarayın kabul salonuna gitti. Abbasilerin siyah elbisesini giymiş olan  halifenin huzurunda yer öptü. Kendisi için hazırlanan bir tahta oturdu ve onu  bütün Müslümanların en büyük padişahı ilan eden beyannamenin okunuşunu dilmedi.  Artık İslam İmparatorluğunun bir ruhani reisinden başka bir şey olmayan  halife,  Selçuklu hükümdarına, Arap ve Acem ülkelerinin  hakimiyetini tevcih ettiğine alâmet olmak üzere başına iki taç koydu ve beline muhteşem bir kılıç kuşattı.  Tuğrul Bey’e üst üste yedi kat çok değerli kaftan giydirdi ve  İslam dünyasının yedi  hittasından  doğmuş yedi köle hediye etti.  Merasimde bulunanlara Tuğrul Bey,  Şark ve Garp sultanı ilan edilmek suretiyle  merasimine  son verildi. (İsmail Hami Danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu?, Milli Ülkü Yayınları, Konya, 1976, s. 244  – L. A. Sedillot, Histoire Generale Des Arabes, C.I, Paris, 1877, s. 272’den nakil)

       Müslüman Araplar ve Acemlerin, Selçuklu ve ardından Osmanlı yönetimlerine  girmeleri de hem Türklerin ve hem de İslam dinin tarihinde önemli  dönüm noktalarından birisi olmuş, İslam medeniyetine  üçüncü büyük  bir unsur olarak giren bu yönetimler sayesinde İslam dünyasını  dört bir tarafından saran tehlikeler  karşısında onun koruyuculuğunu  I.  Dünya Harbi sonunda Osmanlı Devleti yıkılana kadar Müslüman Türkler yapmıştır. Bu süreç yaşanmasa İslamiyet , belki de doğduğu yer  Hicaz’a sıkışıp kalmış bir özelliği kazanacaktı.

         Bütün Arap ülkeleri   önce Selçuklu sonra onun yerine kurulan Osmanlı Devletinin yönetimine geçmiş, Osmanlı yönetimi süresince, bozulmuş  ve  zulme dönüşmüş mahalli idareleri,  Batı Katolik dünyası ve “Şia tehditleri  karşısında, “kurtuluşları” için Osmanlı Devleti Araplar için  sürekli bir “müracaat (başvuru) kapısı” olmuş, Osmanlı ordusu çağrılan bölgelere girerek halkını zulümden kurtarmış ve böylece Osmanlı yıkılana kadar 400 yıl süreyle bütün Arap dünyası huzur ve refah içinde yaşamıştır. Müslüman Arapların, yaşadıkları ülkelere  göre, Osmanlı yönetimine kendi istekleri ve davetleriyle girmeleri de “Tarih Dün Bizi Nasıl Çağırmıştı?” dan olarak  şöyle  olmuştur

Suriye Araplarının Osmanlı Yönetimine Girmeleri

        Suriye, Yavuz Sultan Selim zamanında Mısır’daki Memlüklü Devletinin yönetimindeydi Bu yönetimden zulüm gören Suriyeli Müslümanlar, Osmanlı Devleti yönetimi altına girmek için İstanbul’ la müracaat etmişlerdi. Bu müracaatları Mısırlı ilim adamı Prof. Muhammet Harp şöyle dile  getirir:        “Halep alimleri Osmanlı’ya bir dilekçe verdiler, ‘Ya Selim gel bizi zulümden kurtar dediler… Osmanlıları Mısır’a alimlerimiz  davet etmiştir. Bizi Memlüklülerin zulmünden kurtarmak için. Osmanlı’da adalet vardı. En büyük derdimiz Müslümanlığı ve kardeşliği nasıl ihya ederiz, bunu bilmek. Bunun için de Osmanlı tarihini iyi anlamamız  ve anlatmamız  gerekiyor. Çünkü İslam tarihinin yarısı Osmanlı Devletinde geçmiştir. İstiyoruz ki, Araplar Türkleri ve Türkler de Arapları sevsinler…

         Doğudaki Araplar, Osmanlılar, Suriye ve Mısır’a girmeden  çok önce, onların gelmesini bekliyorlardı. Suriye halkı gibi Mısır halkı da güçlü ve İslam’a bağlı bir devletin himayesi altında İslam birliğine katılmak istiyordu…

         Osmanlı Sultanı Halep’e geldiğinde çocuklar sokaklarda kendisini inanılmaz sloganlarla karşıladılar: ‘Yavuz Selim, Yavuz Selim Allah seni muzaffer eylesin.( Genç Akademi Mecmuası, Temmuz 1992, Sayı 6,  s. 25 – 26 (Mısır Osmanlı Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Muhammet Harp ile yapılan röportajda söyledikleri.)

        Başkenti  Kahire olan Memlüklü devleti yönetiminde bulundurduğu Mısır, Suriye ve Hicaz’da halkı canından bezdirmeye yönelik nasıl bir “zulüm idaresi” kurmuştu? Bunu,  o dönemi yaşamış  görgü tanığı yazarlardan İbn İyas, yazdığı kitabında şöyle anlatır: “ (Memlüklü  hükümdarı Kansu Gayri), Ülkenin çeşitli yerlerine keşşaflar  ve Arap  şeyhleri tayin eder, onlardan çok miktarda vergi alırdı.  Hatta ikta sahiplerinin arazilerini, vakıf arazilerini böyle idarecilere verirdi.  Onlardan kat kat vergi alırdı. Bunun sonucu, askerlerin, ülkenin durumu zayıfladı.  Aynı şekilde Şam, Halep amirlerine naipler tayin eder, onların her yıl  belli miktarda para vermelerini şart koşardı.  Onlar da bu parayı halktan kılıç zoruyla alırlardı.  Naiblerin zulmü sebebiyle  Cebel –i Nabus bendelerinin ve Şam halkının başına gelenler önemlidir.

      Cidde Naibi  Hüseyin,  Hint tüccarlarından on kat öşür alırdı. Bunun sonucu tüccarlar Cidde’ye gelmez oldu. Cidde harap hale geldi.

      Mısır’a şaş  (müslin), peştiman, postlar gelmez oldu, harap hale geldi. İskenderiye, Dimyat limanlarına tüccar gelmez oldu. Frenk ülkelerinden (Avrupa’dan)  getirilen mallar zor bulunur hale geldi.  Reziller,  bir haksızlıkla  Sultan’a yaranmak istiyorlardı. Onun zamanında çeşitli rüsunlar konuldu. Tüccarların ileri gelenleri de bundan  kurtulamadı. Sultan onların mallarını müsadere etti… Vergi sebebiyle onun zulmü altında ölenlere gelince, bunların arasında Sır Katibi  Kadı  Bedrettin bin Müzhir, Şemşettin bin İyaz, Muineddin bin Şems, haine katibi Alamettin ve diğer amirler vardı. Müsadere, vergi sebebiyle öldüler.

     Onun kötü icraatlarından biri iktalar, maaşlar dağıtılırken sebepsiz yere,  evlâdü’n – nasa yaptığı haksızlıktır. Onlardan kesilenleri   Memlüklülere verdi. Ayrıca,  erkek, kadın, çocuk yetimlerin maaşlarını kesti. Onlar büyük zararlara uğradılar…”  (İbn İyas,  Yavuz’un Mısır’ı Fethi ve Mısır’da Osmanlı İdaresi, Çev.  R. Şeşen,  Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2018, s. 40)

     Yine İbn  İyas’ın yazdıklarına göre, Memleklü ülkeleri Osmanlı hakimiyetine girmekle halk zulümden kurtularak huzurlu bir hayata kavuşmuş, Mısır’lı bir şairin beyitlerine yansıdığı üzere, “Koyunların çobanı, koyunları  kurtlardan koruyor. Çobanlar kurtlara yardım ederlerse nasıl selamete ererler?” derken . şair Nurettin Muhammet bin Kansu da “Elhamdülillah kurtuluşumuzla, Menâzil el- lzz adlı evimize gitmede acımız bitti, sevinçten gözlerimiz parladı, memnun olduk” ifadelerini mısralarına dökmüştü. (İbn  İyas, s. 405 – 426)

Cezayirli Arapların Osmanlı Yönetimini İstemeleri

      Kanunu Sultan Süleyman zamanında Cezayir’de idare, yönetimi bozulmuş ve halka zulme dönüşmüş yerli yönetimlerinin yanında,  Katolik İspanya’nın  saldırılarına maruz bir ülke idi. Cezayir Müslümanları bu zulüm idaresi ve saldırılardan kurtulmak için İstanbul’a mektuplar yazdılar ve elçiler gönderdiler. Mektuplardan birisinde şunlar yer alıyordu: “Biz sizin mutlu günlerinizde  sevinçliyiz ve  size itaat etmek sevinci ile müjdeliyiz. Size öyle güveniyoruz ki,  içi dışı halis ve sonu güzeldir. Emrinizi dinliyoruz… Kafir grubu  Endülüs’ü istila ettikten sonra Vehran kalesine geldi. Diğer beldelere tecavüz etmek için  Bice ile Trablus’u aldı. Sonra bizim diyarımız Cezayir kaldı.  Daire  ortasında kalan nokta gibi  garip ve şaşkın kaldık. Her taraftan kafirler bizi sıkıştırdı.  Biz de sağlam ip olan dinimize bağlandık ve Allah’a sığındık.  Kafirler bizi hakimiyetleri altına almak istedi.   Biz düşündük ve gördük ki, bela ve musibet şiddetlendi.  İşte bu sırada dahi dinin yardımcısı, Müslümanların korucusu ve Allah yolunun mücahidi olan Oruç Bey, bir miktar gazi ile geldiler. Biz de onu tazimle karşıladık. Zira korkumuzdan bizi  Allah’ın yardımıyla  Oruç Bey kurtardı.

     Ebu –Tüka Hayrettin, Oruç Bey’e hayırlı halef oldu. Bizi korudu. Tam adaletinden ve Peygamberin şeriatına uymaktan başka halini görmedik.  Allah rızası için malını, çanını verdi. Allah’ın kelimesinin yüksekte tutulmasında hırslıdır.  Bütün amacı yüce saltanatınıza hizmet olduğundan bizim de onun hakkında sevgimiz samimi ve devamlıdır.  Nasıl sevmeyelim ki, bizimle at üstünde Allah yolunda cihat eder. Darda ve genişlikte Allah’ın emrinden ayrılmaz.  İnancında yıldız gibidir.  İşte bu durumda bizlerin sizden  arzusu şudur ki,   Emirimiz Hayrettin  gelmeye azmetmiş idi. Beldemiz ileri gelenleri yalvarıp komadılar. Kafirlerden korkarak. Zira Hristiyanlar yaramaz, kasıtlıdırlar. Biz de zayıf ve aciz.  Bu sebepten kapınıza alim Seyyit Abbas Ahmet bin Ali gönderildi. Biz emrinizde sizin hizmetkarınınız. Bice bölgesi,  Doğu ve Batı Mağrip halkı sizin hizmetkarınızdır.” (Türkiye Gazetesi, 21 Mayıs 1988)

Tunuslu Arapların Osmanlı Yönetimini İstemeleri

       “Tunus’ta bulunan Hafisiler Devleti yıkılış halinde idi. 1526’da tahta hanedanın XXII. Sultanı olan Mevlay Ebu Abdulla,,h Hasan geçti.  Tarihin gördüğü en değersiz şahsiyetlerden, bir çeşit  Calgva olan bu adam, tam 44 kardeşini öldürmüş, saraydak,i bütün cariyeleri sattıktan sonra 400 delikanlıdan  ibaret yeni bir harem kurmuştu.  Değil milli, dini endişesi bile yoktu.  Kuzey Afrika’yı İspanyol zulmünden kurtarın Türklere karşı her fırsatta İspanyolları davet ediyor ve onlarla uyuşuyordu. Mevlay ve İspanyolların zulmünden huzursuz olan Tunus halkı, Osmanlı Devletinden yardım istedi. Barbaros,  Halku’l-vad’a gelerek Tunus’u zaptetmek üzere karaya asker çıkardı. Adil bir idareye can atan halk Barbaros’u kurtarıcı olarak görüyordu. Tunus hükümdarı Hasan, Barbaros’a karşı koyamayacağını anlayınca ülkeyi terk etti.  Tunus’un önemli limanı olan  Halku’l –vad 14 Temmuz 19-534’de zaptedildi.” (Necdet Öztürk,  Tunus’un Osmanlı Hakimiyetine Girmesi, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Şubat 1988, Sayı 52, s. 104 – 105)

Trablusgarp –Bingazi (Libya) Araplarının Osmanlı Yönetimini İstemeleri

      Libya, Tunus’daki Beni Havs hanedanının idaresinde bulunuyordu. Burası,  adı geçen hanedanın XIX.  Hükümdarı  Muhammed bin Hasan’ın  kötü yönetimi sebebiyle İspanyolların desteğindeki Saint Jean Şövalyelerinin eline geçmişti. Bunlar, Müslüman halka zulme başlamışlardı. Libyalılar, aralarından seçtikleri bir heyeti İstanbul’a göndererek İspanyolların mezalimlerini anlattılar ve bunların ülkelerinde uzaklaştırılması için Osmanlı Devletinden yardım istediler. Buraya muhtelif zamanlarda seferler düzenlendi. En sonunda Libya 1551’de Osmanlı Devleti’ne bağlandı. (  Dr Ahmet Asrar,  Kanuni Devrinde Osmanlıların Dini Siyaseti ve İslam Alemi, İstanbul, 1972, s. 272)

  Yemen Araplarının Osmanlı Yönetimini İstemeleri

        Yemen Arapları Portekiz sömürgecilerinin  ülkelerine saldırmaları üzerine Osmanlı Devletinden yardım istediler. Burasının fatihi Özdemir Paşa, Yemen’de huzurlu bir yönetim kurdu. “ Bark al –Yaman yazarı onu övmekte ve yedi buçuk yıl süren hükümeti zamanında  Yemen’in sulh ve huzur içinde kaldığını yazmaktadır.  Gerek halk, gerekse diğer zümreler hepsi onun idaresinde çok memnun idiler. O, kendi iyi işleri, ilme değer vermesi ve kendisine bağlı halkın huzuru için yaptırdığı müesseseleri, zayıf ve fakirleri koruması ile ün saldı. Müddeti dolup İstanbul’a dönmek üzere Yemen’den ayrıldığı zaman halk yanına toplandı onu göz yaşları içinde uğurladılar.” (Ahmet Asrar, s. 207)

Fas Araplarının Osmanlı Nüfuzuna Girmeleri

           Katolik Portekizliler ve İspanyolların tehditleri karşısında   Arapların Fas Sultanlığının “Bazı Müslüman Emirleri de  aynı şekilde (diğer Arap ülkelerini yaptıkları gibi)  hareket ederek bağlılıklarını bildirmekte ve  Osmanlı hükümdarlarının halife sıfatı ile  kendi hükümdarlıklarının tasdik edilmesi için müracaat etmekte idiler.”  (Cengiz Orhonlu,  Osmanlı – Bornu Münasebetlerine Ait Belgeler,  İstanbul Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Mart 1969, Sayı 23, s. 3)

İspanya’da Endülüs Devleti Araplarının Osmanlı Devletinden Yardım İstekleri

           Araplar, Kuzey Afrika’daki fetihlerini tamamladıktan sonra, İslam’ın hakimiyetini Avrupa’ya yaymak uğrunda Akdeniz yoluyla, İspanya yarımadasına geçmişler, buradan, İspanya ve Fransa arasındaki Pirene dağlarına kadar uzanarak burada Frankların ordusu ile savaşmışlar, iki taraf da savaştan bir sonuç alamadığı için karşılıklı olarak çekilip gitmişler, bu sırada İspanya yarımadasının kuzey doğusuna  (Endülüs adıyla anılan) yerleşen Araplar burada Endülüs Emevi Devleti’ni kurmuşlardı. Bu devlet, zayıflık emareleri göstermesi sonucu, 1494’de İspanya’nın mutaassıp Katolik Kralı  Ferdinant’ın Papa’nın da teşvikiyle  saldırısına uğramış, yenilen Araplar ve onların hakimiyetinde yaşana Yahudiler yönelik bir ferman yayınlayan Ferdinant, Müslüman Arapların ve Yahudilerin ya Hristiyanlığı  kabul etmelerini bu olmaz ise ülkeyi terk etmelerini istemiş, bu fermana uymayanlar için Engizisyon mahkemeleri kurulmuş, yargılanan Müslümanlar ve Yahudiler ateşe atılarak yakılmışlar, bu iki unsur da Katoliklerden  gördükleri zulüm sonucu Osmanlı Devleti hükümdarı Sultan II. Beyazıt nezdine elçiler ve mektuplar  göndererek kendilerine yardım edilmesini istemişler, bunun üzerine İspanya’da Endülüs kıyılarını gelen Osmanlı donanması  Arapları Cezayir’e Yahudileri ise Osmanlı’nın Selanik, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerine taşımıştı.

      Endülüs Araplarından  Osmanlı Devletine  yardım için gönderilen iki ayrı mektupta şunlar yer alıyordu: “… Endülüs’ün  batısında gurbette geride kalan kölelerden size selam… Büyük bir felakete uğramış esirlerden size selam… İhanete uğradık, Hristiyanlaştırıldık, dinimiz değiştirildi, eziyete uğradık, her türlü kötülükle bize muamele edildi. Zayıf düştüğümüzde topraklarımıza yerleştiler. Birbiri ardınca şehirlerimizi ele geçirdiler… Korkup istemeyerek boyun eğdik. Onların kralları ve önde gelenleri bize şöyle demişti: ‘Şart koyduğumuz şeylere tam olarak, hatta fazlasıyla uyulacaktır’… Elimizdeki tüm kitapları yaktılar ve onları  çöpe attılar… Din kitaplarımızı   alaya alarak  ve hakaretle  ateşe attılar… Bizden kiliselerine girmeyen kişileri papaz feci şekilde cezalandırıyordu… İrademiz dışında, rızamız olmaksızın adlarımız değiştirildi… Ezan yerine çanlar asılan minarelere ne kadar da yazık… Köleleştik, ne fidye ile geri alınabilecek esirler, ne de şehadet getiren Müslümanlarız…

       Ey Efendimiz (Sultan II. Beyazıt), Rabbimiz Allah’ın seçkin ve yaratıkların en hayırlısı Hz. Muhammed  adına  senden yardım diliyoruz… Umarız ki, bize başımıza gelenlere bakarsınız. Böylelikle arşın ilahı  bize merhamet eder… Sözünüz dinlenir, emrinize uyulur, her dediğiniz süratle yerine getirilir… Öyleyse Allah aşkına ey efendimiz, bizi yüceliğinizle koruyunuz, ya bize tavsiyede bulunun ya da bu durumu protesto edin… Yine dileğimiz, zillet ve kötü durumumuzdan dolayı başımıza gelen şeylere ve musibetlere son vermenizdir… Ülkemize barış, düşmanlara karşı zafer, büyük bir servet ve güçlü  ordu dileriz… Son olarak Allah’ın selamı ve rahmeti her an sizin üzerinize olsun.” ( Azmi Yüksel, Endülüs’ten II. Bayezıt’a Yazılan Anomin Bir Şiir, Endülüs’ten gelen mektup) Belleten Dergisi, 1974, Ankara, s. 1575 – 1582)

      Diğer bir yardım isteyen mektupta da şunlar yer alıyordu: “Biz Endülüs yarımadasının 364 bin  fakir, zalim ve miskin sakinleri ki, bazıları Gırnata ve diğer yerlerde korkuyor, ağlaşıyorlar ve sizden yardım diliyorlar. Bizi merhamet edin ve yardımda bulunun. Zira biz ve dinimiz İslam zulme uğramıştır. Kâfirler, dehşet saçıyorlar ve bize işkence yapıyorlar. Bizi ateşe atıp yakıyorlar. Fesatları her yeri sarmıştır. Karanlık çemberi daralıyor. Düşman bizi her yandan kuşatmış ve bizi yer yüzünden silmek niyetindedir.  Üzerimize birleşerek ok gibi düştüler.  Günlerden beri kötülüklerine maruz kaldık. Devamlı canımızı acıtıyor, işkence yapıyorlar…

      Padişahımızdan yardım bekliyoruz. Size yalvarıyoruz, lütfen nasıl mümkün olursa  olsun bize yardım edin.  Bu yardım, yalnız bizi değil, bütün İslam âlemini ilgilendiriyor.

     Bu dilekçemizi aramızda  konuşup, karar verip, hep birlikte  âsitâne  -i âli nişanınıza takdim ediyoruz. Bütün ümidimiz Barbaros Hayrettin bize gönderilsin. O bizi kâfirlerin elinden kurtaracaktır. Allah sizi korusun ve kaim ve daim eylesin.” (Ahmet Asrar, s. 284 – 285)

 Türklerle Araplar Arasında “Ortak İmparatorluk” Vurgusu

         Osmanlı Devletinin Müslüman nüfusunun çoğunluğunu Müslüman Türklerden  sonra Müslüman Araplar      meydana getiriyorlardı. Arapların Müslüman olmaları sebebiyle onlara Hristiyan tebaaya uygulanan “Zımmiler Statüsü” (Gayri Müslimler, adına  ‘Cizye’ denilen  bir vergi vermeleri  karşılığı devlet memurluklarına  ve askere alınmazlardı) uygulanmamıştır. Bu haliyle  Müslüman Araplar, Osmanlı  İmparatorluğunda  Müslüman Türklerle aynı haklara sahip olmuşlar, yaklaşık  400 yıl süreyle Araplar Türklerle eşit haklara sahip oldukları için Osmanlı İmparatorlu bir çeşit “Türk – Arap İmparatorluğu” yapılanması  göstermişti.

       Bu cümleden olarak  Araplardan,  Osmanlı Devleti dağıldıktan sonda  Irak Devletinin kurucularından  Said Paşa şunları söylemişti:  “Osmanlı İmparatorluğunda Araplar,  Müslüman oldukları için  Türklerle ortak sayılırlardı. Hiçbir şekilde ırk ayrımın tabi tutulmaksızın  Araplar Türklerle beraber  imparatorluğun imtiyazını ve sorumluklarını paylaşmışlardı. Askeri ya da sivil, devlet bünyesindeki tüm yüksek memuriyetler Araplara açıktı. Araplar hem Mebusan Meclisi’nde hem de Ayan’da (Senato)  temsil edilmişlerdi. Pek çok Arap da sadrazam, şeyhülislam, vali rütbesine kadar yükselmişlerdir.” (Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu 1880 – 1914, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1982  s. 70 ) 21 Eylül 2021