SOYKIRIMIN SEMBOLÜ HALİNE GELEN ANNE FRANK’TAN BIKMIŞ OLAN YAHUDİLER DE VAR! (KÖŞE YAZISI)

Sembol olabilecek diğer bir Yahudi Merlyn Frank, “Anne Frank’a gösterilen aşırı ilgi, diğer kurbanların üzerine gölge düşürüyor” diyor.

Anne Frank’ın kaldığı evi, aile doktorlarının ihbar ettiği iddiası üzerine koparılan yaygaraya kızan Merlyn Frank, “Soyadımız aynı ama akraba değiliz” derken, akraba olsa da bunu açıklamayacağını söylüyor.

Filistin’de de, onlarca Anne Frank benzeri Müslüman kurbanalar olduğunu ileri sürenlere şahsen ben de katılıyorum.

Hitler zulmüne uğrayan Yahudiler hakkında yazılanlar, çizilenler ve belgesel yapılan öyküler, elbetteki tüm insanlığın içini sızlatıyor.
Holokost (Yahudi Soykırımı) olarak adlandırılan bu acı gerçek, Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Almanyası döneminde, Heinrich Himmler‘in liderliğindeki SS güçleri tarafından işgal edilen sınırlar içerisinde, yaklaşık 6 milyon Yahudi‘nin sistemli bir şekilde öldürüldükleri gerçeğidir.

Bazı akademisyenler, Romanların toplu katliamının ve özürlü insanların öldürülmelerinin de bu tanıma katılmaları gerektiğini, bazı bilim insanları da Holokost tanımının, Naziler tarafından öldürülen Sovyet tutsaklar, Polonyalılar ve eşcinselleri de içermesi gerektiğini savunuyorlar.

Sovyetler Birliği’nin yıkılması ardından ortaya çıkan sayılarla birlikte, yakın dönemdeki tahminler, 10 milyon civarında insanın, Nazi rejimi tarafından öldürüldüğünü göstermektedir.

Holokost öncesinde sayıları dokuz milyonu bulunan Avrupalı Yahudilerin, aşağı yukarı üçte ikisi öldürüldü. Bir milyon üzerinde Yahudi çocuk, aşağı yukarı iki milyon Yahudi kadın ve üç milyon Yahudi erkek Holokost’ta öldürüldü.

İşgalciler, Yahudileri ve Romanları gettolara hapsedip nakliye trenleriyle ölüm kamplarına gönderilmeden önce bir arada tuttular. Yolculuk boyunca ölmeyenler ya ölene dek çalıştırıldı, ya tıbbi deneyler için kullanıldı, ya da sistematik bir şekilde gaz odalarında öldürüldü. Alman bürokrasisinin her kolu, soykırımın lojistiğine yardım etti ve Üçüncü Reich’ı, Holokost akademisyenlerinin belirttiği gibi bir Soykırım Devleti’ne dönüştürdü.

ACI OLAYLAR

İşte, tüm bu acı olayların yaşandığı sıralarda, Yahudilerin başlarından geçen toplumsal ve bireysel acı olaylar da belgeseller arasında yerini almıştır.
Bireysel belgesellerin en ünlüsü ise hiç şüphesiz Anne Frank adlı bir genç kızın başından geçenlerdir. Amsterdam’da en çok ziyaretçi çeken bir müzeye adını veren Anne Frank, öylesine ilgi görmektedir ki, bu durum, ‘Çok abartılı’ olduğu gerekçesiyle, kıskançlıklara da yol açmıştır.
Ama bunun bir kıskançlık değil, ‘Diğer Yahudi kurbanların üzerine gölge düşürme’ olduğunu iddia edenler de vardır.

Bu iddiayı öne sürenlerden biri de, yine bir Hitler kurbanı olan Yahudi Merlyn Frank’tır. Merlyn Frank, bu yazının sonunda kendisinden uzun uzun söz edeceğim Anne Frank’a gösterilen abartılı ilginin, diğer Yahudi kurbanların üzerine gölge düşürdüğünü söylüyor.

Tabii ki, İsrail’in Filistinlilere çektirdiği acıları görmezden gelircesine, Anne Frank hikâyeleri ile yarattığı hegemonya da eleştiriler arasında yer alıyor.

Şimdi size Anne Frank’ın hikâyelerinden önce, aynı soyadı taşıyan Merlyn Frank’ın, bu konudaki düşüncelerini ve onun başından geçenleri anlatayım isterseniz:

NAZİLER BİZİ ÖLÜME GÖTÜRÜRKEN, ÇOCUKLARIMI İSTASYONDAKİ YABANCI İNSANLARA VERDİM” DİYEN MERLYN FRANK’IN ANNESİ, WESTERBORG YOLUNDA ÖĞRENCİLER TARAFINDAN KURTARILDIĞINI ANLATIYOR.

Geçen günlerde Hollanda medyasında yer alan yeni bir habere göre, Anne Frank’ın saklandığı evi, Nazilere ihbar edenin, hiç de yabancı biri olmadığı ve ihbarcının aile doktoru olduğuydu.
İşte bu haber etrafında günkerce duran medyaya kızan bir başka Nazi kurbanı olan Merlyn Frank, ‘Açtı ağzını, yumdu gözünü’ misali konuşmaya başladı.

İşte, Merlyn Frank’ın anlattıkları:

“Eylül 1940’ta Peter Rothgiesser’in yaşadığı evden çok uzakta olmayan Deurloostraat’ta doğdum. İçinde bulunduğum mutlu bir aileydi. Hayır, Anne Frank ile akraba değilim. Bunu bana ne sıklıkta sorduklarını bilseniz şaşırırsınız.
Bu sorulara içtenlikli bir cevap vermek gittikçe zorlaşıyor. Anne Frank etrafında dönen sofu hikâyelere karşı yıllardır sessiz bir savaş veriyorum. Anne Frank’ın, acil kutsaliyet taşıyan bir pop yıldızı konumuna sahip oluşu beni rahatsız ediyordu.
Hayır, ben onun akrabası değilim ve olsaydım da açıklamazdım.
Anne Frank’in hikayesi tek bir hikaye, ancak henüz pek çok hikaye anlatılmadı. Bazı Yahudiler, Anne Frank’a gösterilen bu ilginin, diğer önemli sorunları gölgelediğine inanıyor. Onu kıskanmıyorum ama her şey daha realist anlatılmalı.
Savaştan sonra bir acı hiyerarşisi, bir tür rekabet ortaya çıktı. Anne Frank en üstteydi, onu diğer ölüler takip ediyordu. Sonra Auschwitz’den sağ kurtulan insanlar akla geldi. Saklananlar ise en alt seviyedeydi.

Yahudi Konseyi

Merlyn Frank, savaştan çok sonra, Nazilerden Amsterdam’a kaçan Yahudi-Alman bir gazetecinin oğlu Peter Rothgiesser ile ilişkiye girdi. Peter, savaştan sonra İsrail’e gitti, ancak geri döndü ve Amsterdam’daki İsrail Turizm Bürosu’nda çalıştı.

Merlyn Frank şöyle devam ediyor:
“Annem, konservatuarı bitirmişti, ancak bununla kazanılacak para çok azdı, bu yüzden moda evi Gerzon için çalışmaya başladı. Çeşitli şubelerde güzellik salonları açtı.
1941’in başlarında, Gerzon’un tüm Yahudi personeli işten atıldığında, annem de sokağa atıldı. O sırada babam Yahudi Konseyi’nde bir iş buldu. Annemin aksine, babam gelecek konusunda karamsardı.
Saklanacak bir yer aramaya başladı. Kolay olmadı, çünkü bunun için paraya ihtiyaç vardı ve bizde de tam olarak bu yoktu. Sonunda bir şey buldu. Hollanda’nın Hoorn ve Enkhuizen yakınlarında bir çiftlik. Bu insanlar buna cesaret ettiler, tek çocuklu Yahudi bir aile.
Yine de bu sığınma işi gerçekleşmedi. Hamile olan annem, Batı Frizyalı çiftçi ailesinin bir bebeği saklamak istemediğini öğrendi. Çok riskli. Saklanma planları iptal edildi. Şubat sonunda kardeşimin doğduğu Amsterdam’da kaldık. Üç ay sonra Westerbork’a gitmek için hazırlanmamız gerektiği şeklinde bir mesaj aldık.

26 Mayıs 1943’te Olympiaplein’de toplanmamız gerekti. Oradan Westerbork’a giden bir trenin beklediği istasyona götürüldük. Tren, kampa giderken teknik bir duraklama nedeniyle Utrecht’te bir istasyonda durdu.
Pencerede iki yüz belirdi. Orta yaşlı insanlardı. Sonradan öğrendim ki, on sekiz yaşında bir erkek ve on dokuz yaşında bir kız. Annemlere işaret ettiler. Anlamadım ama annem biraz önce emzirdiği bebeği kucağından kaldırıp çıkışa gitti. Ben de elimde oyuncak bebek çantamla onu takip ettim.
Bir anda kız, kardeşimi kollarına aldı, oğlan da beni kaldırdı. Peronlardan aşağı koştular. Arkama bakmaya çalıştım ama her şey çok hızlı geçti. Oğlan beni orada bir bisiklete bindirdi, kız ise, kardeşimle birlikte diğer tarafa koştu. Henüz üç yaşında değildim ve bununla ilgili pek bir şey hatırlamıyorum. Bazen kendi anılarımdan mı hatırlıyorum, yoksa sağdan soldan mı duydum bilemiyorum.
Yüzlerce Yahudi çocuğun saklanıp savaştan kurtulmasını sağlayan ve öğrenciler tarafından kurulan Utrecht Çocuk Komitesi tarafından kurtarıldım.

Sobibor

Farklı evlerde kaldım ve sonunda Utrecht’te, savaşın sonuna kadar Yahudi bir kıza sahip olmayı kabullenen bir aile beni aldı. Saklandığım evdeki çifte duygusal bir bağ beslemedim. Zira savaşın sonunda kendi anne-babamla birlikte olacaktım.

1941 yılında Merlyn Frank

Ama kurtuluştan sonra, ailem geri dönmedi. Bir süre sonra, Temmuz 1943’te Sobibor’a sürüldüklerini öğrendim. Daha sonra Kızılhaç’tan gelen bir mektupta, anne ve babamın öldükleri fikrine inanmamız isteniyordu.

Yine de umut etmeye devam ettim. Belki bir ormanda kayboldular ya da arkalarında iki çocuk bıraktıklarını unuttular. Hayal kurmakta iyiydim. Bunu uzun süre yaptım. Aslında çok uzun süre. Ağabeyimin hayatta olduğu ortaya çıktı. Bunu ancak on iki yaşımdayken duyduk. Utrecht’te çocuksuz bir aile tarafından kabul edilmişti ve çok seviliyordu.

7 veya 8 Mayıs 1945’te, kurtuluşu kutlamak için Utrecht’teki Julianalaan’da motosiklet yarışları düzenlendi. Sığınma annem, caddenin karşısında duruyordu. Ona doğru yürümek istedim ve o motosikletlerden biri bana çarptı. Beni savaştan çekip kurtaranlar, barış kutlamasında bir motor tarafından öldürülmemi hiç beklemiyorlardı. Ne mutlu ki ölmemiştim.

Minnettarlık

Savaş sırasında, saklanmakta olduğum koruyucu ailemle ilişkim iyi değildi. Kurtuluştan sonra durum daha da zorlaştı. Koruyucu ailem, beni savaş süreci için kabullenmişti. Savaş sonrasındaki barış sürecinde, benim gibi geçimsiz bir kızı elbette kabul etmeyeceklerdi. Bu benim seçimim de değildi.

Evden çok kaçtım ama aynı sıklıkla polis tarafından geri getirildim. Onlara büyük bir minnet borçluydum ama ne yazık ki onları sevemedim. Üvey babam beni kurtardığını ve ona minnettar olmam gerektiğini söyleyi övünüyordu. Bu beni sinirlendiriyordu. Bu minnettarlığı ifade etmeye cesaret edemedim. Otuz, kırk yıl önce söylemem gereken sözleri ancak üvey annemin ölüm döşeğinde söyledim: ‘Teşekkürler, beni kurtardığınız için çok teşekkürler.’ Beni duymuştu. Yanağından bir damla yaş süzüldü. Ama kalktığımda benim yüzüm ıslanmıştı. Bunlar benim gözyaşlarımdı.

Kardeşimle iletişim de zordu. Karakterlerimiz oldukça farklıydı ve ortak bir çocukluk anılarımız yoktu. Tek anımız şuydu: Sekiz yıl önce ikimiz anne ve babamız ile vedalaşmak için Sobibor’a gitmiştik. Orada onlarla konuşmuştuk: ‘Bakın, işte buradayız. Hayatta kaldık ve iyi gidiyoruz, çok iyi. Hayat ne kadar kısa olursa olsun, boşuna değildi. Şimdi siz, bizim içimizde torunlarınız ve torunlarınızın torunlarıyla yaşıyorsunuz.’ demiştik.

…VE ANNE FRANK

Çoğunuz Anne Frank’ın öyküsünü okumuşsunuzdur.
Ne var ki, tıpkı Hitler’in ’Yahudi soykırımı’ anlatımlarını abartılı bulanlar olduğu gibi, Anne Frank anlatımlarını da abartılı bulanlar vardır.

Kendisi de bir Yahudi olan ve ailesi ile birlikte yaşadığı Hitler zulmünü dile getiren Merlyn Frank’ın da abartılı bulduğu Anne Frank hikâyesini, dostumuz Damla Karakuş’un kaleminden okuyalım:

Anne, 12 Haziran 1929’da Almanya’nın Frankfurt şehrinde Edith ve Otto’nun kızları olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona Annelies Marie Frank adını verdi. Annesi, babası ve ablası Margot ile Frankfurt’ta bir apartman dairesinde yaşıyorlardı. Babası Otto, bir banka görevlisiydi. 1929’da yaşanan büyük buhrandan sonra, babasının işleri kötüye gitmeye başlamıştı. Bundan daha kötüsü olamaz dediğimiz her andan sonra tam olarak daha kötüsü olurdu. Olaylar art arda sıralanacaktı…

Naziler, 1933’te iktidara gelmişti. Otto, işlerinin de kötüye gitmesi sebebiyle, iş bağlantılarının olduğu Hollanda’nın Amsterdam şehrine gitmenin yollarını aramaya başladı. Önce baba, ardından da ailesi gitti. Ancak bir süre sonra Adolf Hitler Hollanda’ya da girdi ve buradaki Yahudilere de Almanya’dakiler gibi kısıtlamalar getirildi. Anne, ablası Margot ile birlikte sadece Yahudilerin eğitim gördüğü okula kaydoldu.

Öğretmenleri de tıpkı kendileri gibi kaçak bir Yahudi idi. Burada herkes kuşkusuz aynı kaderi paylaşıyordu. Anne, burada Nanette ile tanıştı; sıra arkadaşıydı. Zamanla en yakın arkadaşı oldu. Onu en az ablası kadar çok seviyordu. Buradaki her öğrenci, bir çocuk olmasına rağmen, ikinci sınıf insan olduğunu biliyordu. Bu yüzden aynı kaderi paylaştığı insana sımsıkı tutunmak hiç de zor değildi. Bir daha asla evlerine dönemeyeceklerini, hatta öldürüleceklerini biliyordu. Bu çok soğukkanlı bir bekleyişti. Anne, Nanette ile bir kere daha yine aynı şekilde karşılaşacaktı…

Hayat giderek zorlaşıyordu. Küçücük yüreği ve kocaman gözleri vardı Anne’nin. Etrafında değişen ve gelişen ne varsa bir yetişkin edasında teslimiyetçiliği kabulleniyordu. Yahudilerin kendi işini kurması, bir yer işletmesi yasaktı. Otto da çözümü, işlerin başına bir dostunu geçirmekte buldu. Bunlar daha iyi günleriydi…

YAHUDİ İŞARETİ

Orijinal adı “Schutzstaffel” (SS) olan “Koruma Timi Merkezi” vardı. İlk önce Hitler’in kişisel muhafızlığını yapmak için kurulmuş bu birlikler, polislikle görevli silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Toplama kampları kurulmaya başlanınca, Heinrich Himmler, bu birliklerin yönetiminden “SS”i sorumlu tutunca ikiye ayrıldı. İlki Waffen-SS (Silahlı SS), askeri bir yapıydı. Diğeri ise Allgemeine-SS (Genel SS) idi; bir çeşit polisti.

Anne’nin ablası Margot’a Temmuz 1942’de bir celp geldi; SS merkezine çağrılıyordu. Margot, burada Yahudi olarak işaretlenmişti…

Artık tehlike daha yakındaydı; onlarında kapısını çalmıştı. İşler giderek çığırından çıkıyordu. Ailecek İsviçre’ye kaçtıklarını bildiren bir not bırakarak ortalıktan kayboldular. Ancak pek uzakta değillerdi. Otto’nun Prinsengrach’taki ofisinin gizli bölmesinde saklanmaya başlamışlardı. Yakın dost oldukları 4 kişiyle beraber bir hapis hayatı başladı. Onların dış dünya ile bağlantısını sağlayan, yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayan Otto’nun sekreteri Miep Gies idi.

İşte Anne yazmaya bu küçük yaşam alanında başladı. On üçüncü yaş gününde ona hediye edilen ajandayı bir günlük olarak kullanmaya başlamıştı. Aslında hediyesini ilk aldığı günlerde de yazıyordu; ama burada bu işi her gün yapacaktı. Ajandanın hikayesi böyle bir zaman için ziyadesiyle anlamlıydı. O günlerde saat 8’den sonra sokağa çıkmak yasaktı. 12 Haziran 1942’de Anne on üçünü yaşına girerken, ona bir doğum günü partisi düzenlemek istediler. Aslında çocukların akşamüstü birbirini görmesine imkan yoktu. Ancak bugün için öğretmenlerinin de yardımıyla bir yolunu buldular. Anne için küçük bir parti organize edebilmişlerdi. Ailesinden gelen hediye işte bu ajandaydı. Yıllar sonra milyonlara ulaşan bir günlüğe dönüşecekti…

GİZLİ ODA

Bu hapis, iki yıl sürecekti. İki yılın her gününü yazdı Anne. “Gizli oda” diye bahsettiği bu yer, Prinsengracht Sokağı, 263 numaralı apartmanın çatı katındaydı. Saklandıkları süre boyunca, korkularını, yaşadıklarını ve en önemlisi yaşama dair umutlarını yazdı. Çünkü kısacık hayatında, yazmasa delirebilirdi.

22 Haziran 1942 tarihli sayfasında şöyle diyordu:

“Hatıra defteri tutmak benim gibi biri için tuhaf bir duygu. Yalnızca daha önce hiç yazmadığımdan değil. İleride ben de dahil hiç kimse on üç yaşında bir kızın içinden geçenlerle ilgilenmeyecekmiş gibi geliyor. Ama aslında bunun hiçbir önemi yok, ben yazmak ve daha da önemlisi kalbimden geçen bir sürü şeyi ortaya dökmek istiyorum.
Ellerimi başıma dayadığım ve tembellikten dışarı mı çıksam, evde mi kalsam bilemediğim, sonuçta aynı yerde pinekleyip kaldığım hafif melankolik günlerimden birinde canım sıkıldığında ‘Kâğıt insanlardan daha sabırlıdır, sözü içime işledi”.

İKİ YIL SONRA

Anne ve ailesini Ağustos 1944’te birileri ihbar etti. İhbarcının kim olduğu asla öğrenilmedi. Frank ailesi, saklandığı yerde bir baskınla yakalandı ve apar topar alındı. Ailenin her bir üyesi başka kamplara gönderildi.

Anne, gönderildiği Polonya’daki Auschwitz kampında, çocukluk arkadaşı Nanette ile karşılaştı. Kıyafetlerinin hepsi bitlendiği için Anne’nin üzerinde sadece bir battaniye vardı. Bir deri bir kemik kalmıştı. Nanette, arkadaşını gördüğünde içi sızladı. Bu karşılaşma özellikle Anne için büyük bir mucizeydi. Çünkü böyle bir durumda tanıdık yüz bulmak bir mucize değil de ne olabilirdi? Nanette yedi, Anne ise sekizinci kamptaydı. Bu yüzden birkaç kez karşılaşabildiler. Bu kısa zaman dilimlerinde de her şeyden konuştular. Anne, Nanette’ye hayatı saklanarak yaşamanın ne kadar zor olduğundan bahsediyordu. Günlüğünü de anlattı arkadaşına. Savaş bittiğinde bu günlüğü yazacağı kitap için kullanacağına inanıyordu…

ANNE ÖLDÜ

Anne’nin çok hayali vardı. Yaşadığı ne varsa bundan bir kitap çıkacaktı. Yeniden ailesine kavuşma umudunu ise, asla kaybedemezdi. Bunu ise kocaman gülümsemesi ile perçinliyordu. Hayata hep gülümsüyordu. O gülen yüzüyle, özünde mutluluğu keşfetmiş bir çocuktu; savaşa rağmen..

Ancak zayıflayan bedeni buna izin vermeyecekti. Tifüse yakalanmıştı ve savaşın son bulmasına iki ay kala, Şubat 1945’te, yaşamını yitirdi. Yaşadıklarının belki hepsini; ama hissettiklerinin çoğunu yaşamadan hayata gözlerini kapadı…

Küçücük kalmış bedeninde, incecik parmaklarıyla yazmaktan hiç vazgeçmediği günlüğünü bıraktı geriye. Anne’nin yaşamı, ruhu yaş almış bir çocuk olarak son bulmuştu.

ANNE FRANK’IN HATIRA DEFTERİ

Anne’nin incelikle dokuduğu günlüğü babasına ulaştı. Babası Kızıl Ordu’nun gelmesiyle kamptan kurtulmuştu. Kızının günlüğünü defalarca okudu. Daha sonra Nanette ile tanıştı. Kızının günlüğünü yayımlamayı düşünüyordu.  Düşüncesini kızının son zamanlarını geçirdiği Nanette ile paylaştı. Herkesin görüşü günlüğün basılması yönündeydi ve günlük, savaşın ardından, 1947’de “Anne Frank’ın Hatıra Defteri” adıyla kitap haline getirildi.

Günlük, acının cümlelerle resmedilmiş hali gibiydi. İlk yazmaya başladığında okuldaki arkadaşlarından, yaşananlardan bahseden bir çocuk vardı. Ancak 25 ay bir yerde saklı kalmak ve sonrasında kampa sürüklenmek onu olgunlaştırmıştı.

Günlük, 30 milyondan fazla sattı ve 67 dile çevrildi. Hatta bazı ülkelerde de müfredat kitapları listesine alındı.

Acıyı günlüğün bir yerinde şöyle anlatıyordu:

“Böylesi zamanlarda yaşamak zordur: içimizdeki idealler, hayaller ve umutlar yaşamın acımasız gerçekleri yüzünden paramparça olur… Hayatımı kaos, acı çekme ve ölüm üzerine kurmam mümkün değil. Dünyanın yavaş yavaş vahşete büründüğünü görüyorum; bir gün bizi de yok edecek olan fırtınanın sesini duyuyorum; milyonlarca insanın acı çekişini hissediyorum”.

Savaşın ardından

Savaş, 9 milyon insanın ölümüyle sonuçlanmıştı. Elbette hayali ve hayatı yarım kalan tek kişi Anne değildi.

Anne hayatta olmamasına rağmen savaşın izlerini tüm emeği ile aktardı. En yakını Nanette ise, hayatta kalmayı başarmıştı. Kendine bir aile kurup yaşamına bir düzen getirdikten sonra Holocaust faciasını dünyanın her bir köşesine gidip üniversitelerde anlatmaya başladı. Çünkü biliyordu, hayatta kalma şansı bulduysa, bunu başaramayanlar için konuşmak zorundaydı. Belki de içten içe en çok Anne için…