Okul öncesi eğitim, fobi, korku, anne baba tutumları

Okul fobisi mi, yoksa Okul korkusu mu?

Nagehan Avcı

Kapadokya Üniversitesi Çocuk Gelişimi Programı Öğretim Görevlisi

Pek çoğumuz okula başladığımız o ilk günü hatırlarız, değil mi? O ilk gün; kimilerimiz için artık ‘büyümüş’ olmanın verdiği haz ile gidilen yer, kimilerimiz için ise belki de hayatımızın en acı günü… Öyle ya da böyle, o ‘ilk’ günün yaşatmış olduğu duygular her ne olursa olsun, artık büyüdük ve ne yaşamış olursak olalım, şimdi çocuklarımızın o ‘ilk’ gün ne yaşayacakları konusunda endişe eder olduk. Acaba benim kızım/oğlum ne yapacak? Acaba ilk günden sorun yaşayacak mı? Acaba arkadaşlarına alışabilecek mi? Acaba öğretmenini sevecek mi? Acaba başarılı olacak mı? İçimizi kemiren bu ‘acaba’lar ile başlayan sorular; belki de çocuğumuz öğrenim hayatını tamamlayana dek böylece sürer gider. Peki, ama neden? Bizler kendi korkumuzu, kaygımızı, endişemizi, stresimizi çocuğumuza yansıtmaktan alıkoyamayız kendimizi nedense; üstelik tam tersine onun özgüvenli, mutlu, hevesli olmasını sağlamamız gerektiği halde… Oysaki bizler de bir zamanlar çocuktuk, tıpkı şu anda kendi çocuklarımız gibi; üstelik büyüyüp anne/baba olunca kendi anne/babamızı dikkate alacak ama onlar gibi olmayacaktık da onları yetiştirirken? Peki, bu aradan geçen yıllar boyunca ne değişti, ne oldu o çok iyi bildiğimiz ama bir türlü davranışa dökemediğimiz kocaman sözlere?

Okul fobisi deyince aklımıza pek çok olumsuz durum geliyor olabilir ya da okuyanlarımız bilirler; bu konuda pek çok farklı terimsel kullanım bulunmaktadır. Okula gitmek istemeyen çocuklar üzerine yapılan tartışmalar; geçen yüzyıldan bu yana, literatürde kendisine yer bulmaktadır. İlk kez 1913 yılında, okula gitme durumuyla ilgili olarak “nörotik reddetme” terimi ortaya atılmıştır. Korku ve anksiyeteden kaynaklanan okul devamsızlığını açıklayan ilk yazar Broadwin olmuştur. Okul fobisi terimi ilk olarak 1941 yılında, Johnson ve arkadaşları tarafından kullanılmış; okula gitmekten kaçınma ile ilgili anksiyete ile karakterize bir çocukluk sendromu olarak tanımlanmıştır. İlk kez İngiltere’de ortaya atılan okul reddi terimi ise; duygusal sıkıntı nedeniyle okula gitmeyen çocuklarda, benzer sorunları tanımlamak için kullanılmıştır. Tartışmalar sürerken, araştırmacılar okula gitmeyen çocukları; korku ya da anksiyeteden okula gitmeyip evde kalanlar ile ilgili okula ilgi duymadıkları ve/veya yetişkin otoritesine karşı çıktıkları için okula gitmeyenler olarak genel iki gruba ayırmışlardır. Birinci grup için okul reddi, anksiyöz okul reddi, okul fobisi ya da ayrılık anksiyetesi bozukluğu gibi isimler kullanılmıştır. İkinci grup ise okuldan kaçma olarak isimlendirilmiştir.

Günümüzde okul reddi terimi daha tanımlayıcı ve kapsamlı olduğu için tercih edilmektedir. Okul reddi; “Çocukların anksiyete ve depresyon gibi duygusal sorunlar nedeni ile okula devam edememesi” olarak tanımlanmaktadır. Okul korkusu olan çocuklar ise; “Gerçek okul durumundan korkma ve kaçınmadan çok, bağlı oldukları kişinin yokluğu veya kaybından ya da güven duydukları ortamdan uzak kalmaktan korkanlar” olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde okul reddi ve okul fobisi eş anlamlı olarak kullanılmamaktadır. Okul fobisi, okul reddinin nedenlerinden biri olarak görülmektedir. Yalnızca “Okula gitme sırasında yaşanan ayrılma ile ilişkili anksiyete”; daha çok okul fobisi, buna karşın “Okul ve ev dışı herhangi bir yerden ayrılma ile ilgili anksiyetenin yaşanması”; ayrılma anksiyetesi bozukluğu olarak değerlendirilmektedir.

Okul reddini okuldan kaçmadan ayırmak için, okul reddi olan çocuklarda görülen bazı ortak özellikleri şöyle sıralayabiliriz;

  1. Uzun süre okul devamsızlığı ile sonuçlanan okula gitmede ciddi zorluk,
  2. Okula gitme zamanı geldiğinde, çocuktan okula gitmesi istendiğinde; aşırı korku, öfke patlamaları ve mutsuzluk gibi belirtileri olan şiddetli duygusal sorunlar ya da duygusal bir temeli olduğu düşünülen fiziksel hastalık yakınmaları ortaya çıkarma,
  3. Okul zamanında ebeveyn ya da diğer aile bireylerinin bilgisi dâhilinde evde kalma,
  4. Şiddetli antisosyal davranış/davranım bozukluğunun olmamasıdır.

Ayrıca okul reddi olan bir çocuk, genelde mesleki hedefleri olan çalışkan bir öğrenciyken; okuldan kaçan bir çocuk, okulu sevmeyen ve düşük okul başarısı sergileyen bir öğrencidir. Okuldan kaçan çocuklarda, okula gitme konusunda anksiyete ya da korku görülme olasılığı düşüktür. Okuldan kaçanlar genel olarak okula ilgi duymama, okul dışında daha keyifli zaman geçirme ve okul kurallarına uymama nedeni ile aralıklı ve kısa süreli devamsızlık yapmaktadırlar. Okul reddi olan çocukların tersine, okuldan kaçan çocuklar; devamsızlıklarını çoğu kez ebeveynlerinden gizlemektedirler. Okul dışında bulunduklarında eve gitmeyerek, çoğu zaman diğer antisosyal akranlarıyla birlikte yıkıcı davranışlarda bulunmaktadırlar. Bunlara ek olarak, okuldan kaçan çocuklar duygusal bir bozukluktan çok davranış bozukluğu tanısı almaktadırlar.

Çocuğunuzun Sorunu Okul Fobisi Mi, Yoksa Okul Korkusu Mu?

Öncelikle doğru tanımlama yapmak çok önemli, çünkü ancak doğru tanımlama sonucunda doğru yaklaşımları sergileyebiliriz. Okulların açıldığı günlerde birçok ebeveynin karşısına çıkmış ya da çıkacak bu sorun ile ilgili olarak; fark etme ve doğru tanımlayabilme konusunda başta öğretmenler ve ebeveynler olmak üzere yaygın bir kafa karışıklığı yaşandığı görülmektedir.

Ağız alışkanlığından olsa gerek, maalesef ki fobi kelimesi son dönemde korku kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılmaya başlandı. Oysaki korku; sevgi, öfke, nefret, özlem, heyecan gibi doğal bir duygu türüdür, fobi ise bir patoloji yani psikolojik rahatsızlıktır. Fobi; pek tabi ki korkunun baskın olduğu, ancak irrasyonel nitelikli, karşı karşıya olunan durumla orantısız ve patolojik nitelik arz eden bir korkuyu ifade eder. Yani her okul korkusuna fobi demek; meseleye basmakalıp yaklaşmak demek olur ki bu durum, sorunun çözümüne ilişkin yaklaşımımızı belirleyeceği için hayati bir hataya kapı aralar.

Okul, her çocuk için az ya da çok belirsizlik demektir. Bu noktada formasyon/psikoloji eğitimimizden ve oldukça yoğun mesleki gözlemlerimizden gayet net olarak biliyoruz ki; her belirsizlik durumu, tabiatı gereği insan organizmasında kaygı ve korku yaratır. İnsanların karanlıktan ya da tanımadıkları yerlerden-kişilerden korkmalarının altında da aslında bu belirsizlik yatar. Dolayısıyla okula ilk defa gidecek olan çocuklar için de okul yaşantısı öyle ya da böyle, az ya da çok bir belirsizlik anlamına gelir.

Peki, Bu Sorunun Aşılması İçin Ne Yapılabilir?

Okul korkusu yanan bir ateşe benzetilebilir. Her ateş de doğası gereği eninde onunda söner. Sönmüyorsa, ya altına odun ya da kömür atılıyordur veya bu ateş rüzgârla ya da yelpaze ile sürekli ateşleniyordur. Bu ise, sorunun ateşte değil, ateşe yaklaşma biçiminde olduğunu gösterir. Bu gerçeklikten hareketle ve öncelikle, çocuğun büyük ölçüde insani bir süreç içinde işleyen, ancak sıkıntı da yaratan bu duygusuna saygı, hoşgörü ve anlayış ile yaklaşılmalıdır. Hatta yaklaşım yapmanın ötesine geçilerek, yaşına uygun şekilde çocuğa mutlaka hissettirilmelidir. Olumsuz ya da negatif yaklaşımlar sergileyerek, çocuğun zaten var olan kaygı ve korku duygularını besleyebilecek davranışsal hatalardan ısrarla uzak durulmalıdır. Bu sorunda; ne sert ne esnek yani tatlı-sert olarak bildiğimiz orta bir yol, en uygun yaklaşım şekli olacaktır. Bu bağlamda da iletişim şeklimiz ve konuşmalarımız son derece yumuşak, gönül alıcı, motive edip cesaretlendirici; ancak bu konudaki davranışlarımızın da aynı oranda kararlı olması gerekmektedir. Söylediğimiz sözlerden ziyade davranışlarımızın daha etkili olabileceğini göz önünde bulundurmamız gerekmektedir.

Bu konuda bilinmesi gereken önemli bir ayrıntı da aslında şudur: Okul korkusu sorununun çözümünde önemli olan; birçok şeyin yapılması değil, az şeyin doğru bir biçimde yapılmasıdır. Bunun için de her yapma işinin tam ve doğru yapma anlamına gelmediği gerçeğinin farkında olunması önemlidir.

Okul Öncesi Dönemde Anne Baba Tutumları

Gizem Karabudak

Kapadokya Üniversitesi Sosyal Hizmetler Programı Öğretim Görevlisi

Aile ortamı çocuğun sosyal becerilerinin gelişimindeki ana faktörlerden biri olarak kabul edilmektedir. Sadece sosyal beceriler açısından değil aynı zamanda çocuğun kişilik gelişimi ve değerlerinin gelişimi de aile ortamında gerçekleşmektedir.

Ailenin çocuğu ile kurduğu iletişim, çocuğun kişilik gelişimi, sosyal becerileri, değerleri, akademik yaşantısı vb. gibi birçok alandaki gelişimini olumlu ya da olumsuz olarak etkileyebilecektir. Yani ailede anne, baba ve çocukların ilişkisindeki temel belirleyicinin anne ve babanın tutum ve davranışları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Anne ve babanın çocuklarına karşı sergiledikleri davranışlar, yaşadıkları olaylar veya krizler karşısında sergiledikleri tutumlar, anne-baba ile çocuk arasındaki ilişkinin yönünü de tayin edecektir.

Kuşkusuz her anne-baba, çocuğunun yüksek yararını gözetme eğilimindedir. Bununla birlikte anne baba tutumları incelendiğinde; çocuğun akademik başarısında, ahlaki gelişiminde, sosyal ilişkilerinde ve hatta yaşadığı kaygı bozukluğunda bu tutumların kalıcı ve ciddi etkileri olduğu yapılan araştırmalarla desteklenmektedir.

Anne baba tutumları pek çok araştırmacı tarafından farklı şekillerde sınıflandırılabilmektedir. Burada literatürde sıklıkla kullanılan sınıflandırma kapsamında anne baba tutumlarına kısaca değinmek faydalı olacaktır.

Demokratik anne baba tutumunda, çocuklar sağlıklı bir iletişim ortamında desteklenirken aynı zamanda sınırlar/kurallar konusunda da geri bildirimler alırlar. Disiplinli bir aile ortamı sağlanmasının yanında çocuğun standartlara ulaşması da beklenmektedir. Karşılaşılan zorluklar ve krizlerin varlığında ise çözüm odaklı yaklaşımlarda bulunmaktadırlar. Bu tutumda yetiştirilen çocukların anne babalarının değerlerine uyum gözeterek onları içselleştirdikleri, duygusal durumlarını ve sosyal ilişkilerini denge içerinde yürütebildikleri görülmektedir. Bu tutum bir çocuğun sosyal, bilişsel, ahlaki ve duygusal gelişiminde en yararlı tutum olarak kabul görmektedir.

Otoriter anne baba tutumunda, anne babalar katı bir disiplinle çocuğu yetiştirmektedirler. Çocukların, duygusal destek, ilgi ve iletişimin yetersiz olduğu bir ortamda şartsız/koşulsuz anne babaya itaat etmesi beklenmektedir. Bu tutumla büyüyen çocukların özsaygısı düşük, öfkeli, yüksek kaygı bozukluğu yaşayan ve sosyal ilişkilerinde uyumsuz bireyler oldukları gözlenmektedir.

İzin verici anne baba tutumunda, çocuk ailede ilgi ve şefkatle büyütülmesine karşın çocuğa hiçbir sınırlama ve kuralın getirilmediği bir ortam söz konusudur. Bu noktada çocuğun istenmeyen davranışları göz ardı edilmektedir. Bu göz ardı ediş, ilk olarak çocukların aileden sonra ilk sosyalleşme ortamları olan okulda kurallara uymada yaşanan güçlüklerle karşımıza çıkmakta ve yaşam boyunca birçok alanda varlığını göstermektedir.

Aşırı koruyucu ebeveyn tutumunda ise, çocuğa gerektiğinden fazla kontrol ve özen gösterilmesi durumu söz konusudur. Çocuğun yaşına uygun olan ve yapabileceği durumlarda dahi kontrolü elden bırakmamak en yaygın davranışlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tutum sonucunda ebeveyne aşırı bağımlı, kendine güvensiz, duygusal kırıklıkları olan bireyler yetişmektedir. Anne-babanın aşırı koruyuculuğu çocuğun okul başarısını ve okula uyumunu da etkilemektedir.

Türkiye’de okul öncesi yaş grubundaki çocuğa sahip anne babalara yönelik olarak yapılmış çalışmalar baskıcı, disiplinli ve aşırı koruyucu anne-babaların genel olarak çocuklar üzerinde olumsuzluklara sebep olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte demokratik ve kabul edici anne-babaların ise olumlu etkilere sahip oldukları görüşünü desteklemektedir.

Sonuç olarak anne ve babaların; aile içinde çocuğun koşulsuz kabul edildiği, duygusal yakınlık ve destek gördüğü, belirli sınırlar içerisinde özerk olabildiği bir aile ortamı yaratması çocuğunun sosyal, bilişsel, ahlaki ve duygusal gelişimi için çok önemlidir. Bunun yanında anne ve babaların demokratik, hoşgörülü, farklılıklara saygılı, anlayışlı, hümanist bireyler olarak çocuklarına iyi bir rol model olması gerekliliği de unutulmamalıdır.

Barış Kültürü Çocukları: ‘Okul Öncesi Dönemde Farklılıklara Saygı ve Duyarlılık Eğitimi’

Gül Çandır

Kapadokya Üniversitesi Çocuk Gelişimi Programı Öğretim Görevlisi

Birleşmiş Milletler’e üye 156 farklı ülkede engelliler haftası olarak bilinen bu tarihlerin önemini çocuklar açısından nasıl ele almamız gerekir? Genelde bir kutlama haftası ile gündeme gelen ‘engellilik’ kavramı aslında toplumun her kesimi için önemle düşünülmesi gereken bir kavramdır. Eğitimin dili, toplumun dilini de etkiler. Dolayısıyla aslında ‘engel’ den ziyade ‘özel gereksinim’ kelimesini kullanmayı tercih etmeliyiz. Çocuklarımızı her ne kadar pamuklara sarmak istesek de, hayatın farklılıklarıyla er ya da geç karşılaşacaklarını bilmekteyiz. Bu farklılıkları da onların anlayabileceği ifade biçimleri ile anlatmak hem uzmanların hem de ebeveynlerin bir görevidir. Bu nedenle öncelikle, biz yetişkinler dilimizi nitelikli yönde evrimleştirmeliyiz. Engelden ziyade, ‘özel ihtiyacı olan’, ‘özel gereksinimli’ ya da ‘özel eğitime gereksinim duyan’ çocuklar gibi ifadeleri kullanmayı tercih etmeliyiz.

Dil, bireyin gerçeklerinin zihnindeki temsillerinin bir aracı olduğu gibi aynı zamanda bir toplumun kültürünün ve eğitiminin de yansımasıdır. Yetişkin dünyası, tecrübelerine dayanarak çocuk dünyasını korumak için elinden geleni yapsa da, çocuk etrafında olup bitenlere o kadar meraklıdır ki, deneyimleyebileceği farklı olaylarla ya da kişilerle karşılaştığında hemen bu duruma ilgisini yoğunlaştırır. Bizim kurmaya çalıştığımız dünyanın ise gerçekliği tartışılır. Dünya değişir, dönüşür ve dünya farklılıklarla doludur. Sabah mutlu uyandığınız o günün bir ömür aynı geçmesi mümkün değildir. Fakat biz çocuklarımızın hep aynı davranmasını ve aynı hissetmesini istemekteyiz. Aynı çocuklarla, aynı öğretmeniyle, aynı okulla, aynı çevreyle hep aynı duyguyla yaşasın hayatı… Bu ütopyayı kuran ise bizden öte içimizdeki güçlü koruma arzusudur. Zihinden öte, içgüdüsel bir davranış niteliği göstermekteyiz. Sıklıkla karşılaştığımız bir örnek vermemiz gerekirse, kendi çocuğumuz özel gereksinimi olan bir çocukla aynı sınıfa düştüğünde kurmaya çalıştığımız gerçek olmayan dünyamız sarsılır. Çocuğumuz, bu zamana kadar hiç anlatmadığımız, farklı ihtiyaçları olan bir çocukla karşılaşacaktır. Dolayısıyla, ebeveyn olarak biz yetişkinler de, ne yapacağımız konusunda bir belirsizlik yaşarız ve bu doğrultuda bizim için en kolayı bu durumla baş etme yöntemlerini araştırmak yerine uzaklaşmayı tercih etmek olur. Bu içgüdüsel davranışın temelinde yer alan ‘bilmediğin bir durumdan kaç’ düşüncesi ile çocuğumuzun dünyasına çeşitli mesajlar vermekteyiz: ‘Bazı çocukların farklı ihtiyaçları olamaz.’, ‘Özel gereksinimli birinden hemen uzaklaşmalıyız’, ‘Sağlığımızla ilgili olumsuz bir şey olduğunda herkes bizden uzaklaşabilir.’ ‘Ben hep sağlıklı ve normal olmak zorundayım.’ Bu gibi mesajları yerleşmiş bir davranış kalıbı olarak çocuklarımızın dünyasına miras bırakabiliriz.

Okul öncesinde en çok önem verdiğimiz ve değerler eğitimi kapsamında ele aldığımız konulardan biri ‘Duyarlılık Eğitimi’dir. Aslında çocuğumuzu, sınıfında yer alan özel gereksinimli bir arkadaşından dolayı başka bir sınıfa geçirmek istediğimizde ya da tam tersi ve en kötüsü özel çocuğumuzu o sınıfta istemediğimizde, kendi çocuğumuzun zihnine ‘farklılıklara saygı’ya dair olumsuz bir iz bırakırız. Çocuklar doğaları gereği elbet gelişecektir, zihinleri 0-6 yaşta en aktif dönemdedir. Biz ne kadar endişelensek de, erken çocukluk birçok bilgiye meraklı ve istekli olduğu bir çağdır. Dolayısıyla bilgiler elbet yeşerecektir, peki ya okul öncesinin en temel hedefi olan insani değerler? Sosyal ve duygusal gelişim alanını nasıl geliştireceğiz? Çocuklar, ailelerinin problemlerini nasıl çözdüklerine bakarak kendi problemlerine o yönde bir çözüm getirir. Topluma, çevresine ve kendisine duyarlı bir çocuk tüm farklılıkları hoşgörüyle karşılar, barıştan yana olur. Kendi problemlerine barışçıl çözümler üretebilir. Aslında duyarlılık ve barış eğitimi birbirini besleyen iyi önemli alandır. Örneğin, birbiriyle tartışan iki çocuğun sorunlarını çözmelerine yardımcı olmak isteyen ebeveynler ve uzmanlar, bu probleme sorun odaklı değil çözüm odaklı yaklaşmalıdır. Çözüm odaklı yaklaşmayı deneyen birey, içinde insan sevgisi taşıyan duyarlı bir bireydir aslında. Fakat çocuğun çevresi aynı barışçıl davranış biçimlerine sahip olmayabilir. Yine farklı kişilikler, farklı davranışlar, farklı anlayış biçimleri yanı farklılık kavramı karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla çocuk, her ne kadar barışçıl ve duyarlı bir eğitimin parçası olsa da bunun tam zıttı bir farklılığın da olduğunu kabul edebilmeli ve bu durumun dünyasını derinden sarsmasına izin vermemelidir. Bunların hepsi sosyal ve duygusal gelişimin yani sağlıklı bir ruh sağlığının temelini oluşturacak düşünce biçimleridir. 10-16 Mayıs haftasına özel olarak bu şekilde bir duyarlılığın ya da anlayış biçiminin geliştirilmesine dikkat çekmek istenirken aynı zamanda özel çocuklarımızla birlikte yaşayabilme becerisinin, toplumun sosyal ve duygusal gelişiminin önemli bir parçası olduğunu da unutmamız gerekir. Çocuğumuz kendisi ve çevresi gibi olmayan kişiliğe ve fizyolojik özelliklere sahip olmayan çocuklar ile birlikte eğitim görebilir. Yetişkinlerin kontrolünde bir çevrenin kurgulanması mümkün değildir. Çünkü o çevre, hayat boyu sürmeyecektir. Çocuğun anlayabileceği düzeyde hayatın ve insanların farklılığı, çocuğa hissettirilmelidir. Bu hissettirilme ise oyunlarla, değerler eğitimi kapsamında yazılmış nitelikli hikâye kitaplarıyla sağlanabilir. Belki de önce hayatın bu yönünün normalliğine kendimizi ikna etmemiz gerekmektedir.

10-16 Mayıs haftası için bir farkındalık düzeyi olarak bilmemiz gereken şudur ki; okul öncesi eğitim kurumlarında da kaynaştırma programı vardır. Eğitime katılabilecek düzeyde ve özel gereksinime ihtiyacı olan çocuklarımız her kurumda kaynaştırma programına alınabilir. Kaynaştırmadan kastedilen ise özel gereksinimli çocuklarımızın diğer arkadaşlarıyla birlikte önerilen düzeyde ve zamanda eğitim görebilmesidir. 10 çocuk bulunan okul öncesi sınıflarda iki, 20 çocuk bulunan sınıflarda ise bir çocuk olacak şekilde kaynaştırmaya alınabilirler. (MEB OÖE ve İlköğretim Kurumları Yönetmeliği Madde 11/5ç) Kendi sınıfında kaynaştırma öğrencisi olan bir çocuğa, sınıfı ile ilgili anlayabileceği düzeyde bilgi verildiği takdirde bu durumun kendisi açısından olumlu taraflarını görmekteyiz. Değerler açısından birçok kavramı öğrenebilecekleri bir ortamı deneyimleyebilirler. Özel gereksinime ihtiyacı olan öğrencimize destek olarak, arkadaşına yardım ederek sorumluluk duygusunu, farklılıklara saygı’yı, kendisinden farklı olana duyarlılığı, yardımseverliği deneyimleme ve yaşayarak içselleştirme şansları olur. Çocuklar ön yargı’yı yetişkinlerden öğrenirler. Söz konusu olan oyun ve çocukların doğalarına uygun etkinlikler ile birlikteliği çok rahat yaşayabilirler. Oyun çocuklar için evrensel bir dildir. Oyun kurmayı her iki çocuğa da öğrettiğinizde, onların oyunsu doğaları kavuşacaktır. Orada ön yargılara yer yoktur. Oyun, çocukların içinde hazır bir güdüdür. Yetişkinlerin bu oyun ortamını gerektiği yerde yapılandırması, çok iyi gözlemlenmesi ve oyunu kurmada yönlendirici olması çocukların birlikteliğine destek sağlar. ‘Engelli Çocuk ve Oyun’ isimli makalede belirtildiği üzere: ‘Sosyal bütünleşme hem özel gereksinimli hem de diğer çocuklar için önemli bir fırsattır. Birlikte aynı oyun alanında oyun oynayarak, birbirlerinden; çeşitliliğin anlamını, paylaşmayı, empati ve iletişim kurmayı öğrenebilirler. Bu nedenle daha fazla bir arada olmaları açısından desteklenmelidirler.’ Çocuklar sorumluluk verildiği takdirde sorumluluk almaktan çok hoşlanırlar. Bu duyguyu harekete geçirecek olan yetişkinlerdir. Nitelikli bir yönlendirme yapıldığı takdirde ön yargısız, hoşgörülü, duyarlı çocukların yetişmesini sağlamak mümkündür.

Barış eğitiminden yana, farklılıklara saygı duyan, çevresine ve ailesine yardımcı olmayı bir davranış biçimi haline getirebilen çocukların yetişebilmesi, eğitimin öncelikli hedefleri arasındadır. Bu durum, sosyal ve duygusal gelişimin bir kazanımı olduğu kadar bizden farklılık gösteren bireylerin de duygusal bir ihtiyacıdır. ‘Kendini bilen iyi bir insan’ olabilme hedefinden daha öncelikli ne olabilir? Eğer ki okul öncesinde önem verilmesi gereken değerler eğitimini doğru uygulayabilirsek, yıllar sonra çocuklarımızın olası ruhsal sorunlarını ya da çözüm üretemeyen becerilerini geliştirmek için psikologlar aramak zorunda kalmayabiliriz.

Öneri:

‘Dünyaya Çocuk Gözüyle Bak’

(Çocukların ön yargısız doğalarına ve çevre yoluyla öğrendiklerine dair bir video örneği)

Hikâye Kitabı Önerisi: ‘Farklı Ama Aynı’ (Feridun Oral, +4 yaş)