İstanbul sözleşmesi (Köşe yazısı)

OĞUZ ÇETİNOĞLU’ NUN SÜLEYMAN KOCABAŞ’LA    İSTANBUL SÖZLEŞMESİ RÖPORTAJI

Süleyman KOCABAŞ

kocabassuleyman@gmail.com   

Aziz dostlar, hatırlarsınızdır, bunca zamandır bu köşemizde dizi yazı halinde İstanbul Sözleşmesinin ortaya çıkışını ve hükümetimiz tarafından bundan geri çekilme  sürecini yazıyoruz. Bu dizimize okuyucularımızın  gösterdikleri büyük ilgi ve bizi teşekkürlerine   ben de teşekkür ederim. Konumuzla  ilgili kendisinin de yakından alâkası olan üstat ve duayen yazar dostumuz Sayın Oğuz Çetinoğlu, bu konuda benden bir röportaj talebinde bulundu. Tabii ki ikindisinin bu teklifini geri çevirmem mümkün değildi. İşte şimdi, onun benimle yaptığı röportajı siz okuyucularımıza, daha geniş boyutlarda faydalı olabileceği düşüncesiyle  aşağıda sizlere sunuyorum. İki okumalar.

Oğuz Çetinoğlu: İstanbul Sözleşmesini kısaca özetler misiniz?

Süleyman Kocabaş: İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetle mücâdele kapsamında kabul edilen, milletlerarası bir sözleşmedir. Sözleşme metni İstanbul’da imzaya açıldığı için ‘İstanbul Sözleşmesi’ olarak anılıyor. Özleşmeye ilk imzayı koyan ülke Türkiye oldu.  1 Ağustos 2014’de 6284 sayıl kanun olarak yürürlüğe girdi. Maksadı; kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmaktır.

Çetinoğlu: İlk nazarda fena bir maksadı olmadığı anlaşılıyor. Kaldırılmasının sebeplerine geçmeden önce bir sorum daha olacak. Sözleşmenin kapsamında neler var?

Kocabaş: Kadınların ayrımcılıktan korunması, kadınlarla erkekler arasında eşitliğin yaygınlaştırılması maksadı var. Ayrıca kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğu ve bu eşit olmayan güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığı iddia ediliyor ve kadınların ilerlemesine engel olan hususların kaldırılması hedef alınıyor.

Çetinoğlu: Bunlar da faydalı düşünceler, uygulamalar gibi görülüyor. Fakat işin nereye varacağını kestirmek de mümkün değil gibi…

Kocabaş: Teşhisiniz doğru. Zaten bu sebeple Cumhurbaşkanı, bir kararname ile sözleşmeyi iptal etti.

Çetinoğlu: Müslüman Türk toplumunun kendisine has âile anlayışı vardır. Aile müessesesi, onu meydana getiren fertlerden daha saygın, daha mukaddes bir yapıdır. Evet, kadınlar şiddete mâruz kalmamalı, korunmalı. Fakat, aileyi yok ederek, aile müessesesini yıkarak korunacaksa, bu pire için yorganı değil, yorgan ile birlikte bütün evi yakmak olur.

Kocabaş: Haklısınız. Başka mahzurları da var.

Çetinoğlu: Nelerdir?

Kocabaş: Kadınlarla erkekler arasında eşitliğin yaygınlaştırılması ve bu amaçlar için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlanması ve bu konularda milletlerarası işbirliğinin yaygınlaştırılması hedefleniyor.

Çetinoğlu: Cenâb-ı Allah tarafından kadınla erkek eşit yaratılmamıştır ki… Biyolojik eşitlik mi hukûkî eşitlik mi söz konusudur?

Kocabaş: Tasrih edilmemiş. ‘Sosyal eşitlik’ diye bir kavram var. Biyolojik eşitliği de kapsayabilir.

Çetinoğlu: Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu…’ özdeyişini hatırlatıyor.

Kocabaş: Başka oyunlar da söz konusu: Önce şu ‘eşitlik’ kavramını irdeleyelim. Kadın ve erkek hukûkî ve fırsatlar yönünden eşittir. Bunun için sözleşme imzalamaya gerek yok. Anayasamızda hüküm var. Meselâ eşit işe eşit ücret verilir. Bilfarz erkek öğretmen ile kadın öğretmen aynı ücreti alır. Burada bir eşitsizlik olamaz. Fakat kadın öğretmen, erkek öğretmenle aynı işi yaptığı halde daha erken emekli olabiliyor. Çünkü kadının biyolojik şartları öyle gerektiriyor.

Çetinoğlu: Sosyal eşitlik’ kavramı da muğlak…

Kocabaş: Haklısınız: Kadınların duygu gücü yüksektir. Çoğunlukla akıl ve mantıklarıyla değil, duygularıyla hareket ederler. Bunu üstünlük olarak kabul etiğimi belirteyim de ‘kadınları aşağılıyor’ demesinler. Sevgi izharında daha cömerttirler. Uzmanlar, kadın ve erkek beyinlerinin farklı çalıştığını belirtiyorlar. Buradan bir suçlama çıkaran olursa, muhatap ben değilim, ismi bende mahfuz uzmanlarındır. gerektiğinde belgesini ibraz ederim.

Kadınlar şefkat konusunda da üstündür. Eşit olacaksınız diyerek bu üstünlüğü ellerinden almak kimsenin hakkı değildir. Aynı şekilde empati yaparken de kadınların erkeklere göre üstünlüğü vardır. Entel tâbiriyle kadınların duygu ile alâkalı okur-yazarlığı klâsik ifâdesiyle hissî yönleri kuvvetlidir. Çabuk hislenirler. Çabuk ağlarlar, sık sık ağlarlar. Bâzen sevinçten bâzen kederden…

Çetinoğlu: Başka farklılıklar da olmalı…

Kocabaş: Meselâ kadınların korkuya karşı dirençleri daha zayıftır. Buna karşılık, estetik algıları çok üstündür. Pek çoğunun ikna kabiliyeti yüksektir. Hemen hemen hepsi çok konuşkandır. Erkeklerle aralarındaki farklar saymakla bitmez.

Çetinoğlu: Müzik, resim ve diğer sanat dallarında üstün oldukları söyleniyor.

Kocabaş: Kadınlarımızın acıma hisleri daha kuvvetlidir. Müşfiktirler…

Çetinoğlu: Daha sabırlıdırlar. Analık hissi, doğurma özellikleri… Kadınların olmadığı bir dünya ve hayat düşünülemez. Onların üstünlükleri de saymakla bitmez. Biz konumuza dönersek efendim… Sözleşmede, kadın cinayetlerinin önlenmesi hususuna da yer verilmiş. Nasıl olacak?

Kocabaş: Keşke mümkün olsa… Mümkün olabilmesi için sosyal yapımızı bozacak tâvizler vermeden yapmalıyız.

Çetinoğlu: Ne gibi tâvizler veriliyor?

Kocabaş: Mükemmel insan yerine göre vagon, yerine göre lokomotif olabilendir. Vagon da lokomotif de tek başına kendisinden beklenen hizmeti veremez. Bizim kültürümüzde lokomotif erkektir. Fakat kadın lokomotif görevini daha iyi yapıyorsa, erkek buna rıza gösterir. Fakat sözleşme ile eşitlik var, ikisi de aynı zaman ve mekânda lokomotif olsun denilirse sürtüşme çıkar, sürtüşmeler çatışmaya dönüşür. Dul erkekler, dul bayanlar toplumu oluruz. Ailenin kudsiyeti korunmalıdır.

Çetinoğlu: Sizce İstanbul Sözleşmesi, aile kudsiyetini tehlikeye atıyor mu?

Kocabaş: Hem de nasıl…

Çetinoğlu: Meselâ?

Kocabaş: Sözleşme evli çiftlerde rekâbet ortamı oluşturuyor. Eşitlikte, haklarda… Kadına hukuken güç veriliyor, hak veriliyor. Kadın gücünü kendi kabiliyeti ile elde etmeli. Bizim güçlü kadınlarımız târihte vardı, günümüzde de var. Onlar güçlerini kanunlarla değil, meziyetleriyle elde etmişlerdi.

Asıl büyük tehlike; 18 yaş altındaki kız ve erkek çocukların da kanundan faydalanmalarına imkân verilmesiyle oluşuyor. Bizim ahlâk anlayışımıza aykırıdır.

Çetinoğlu: Nikâh kavramı açısından baktığımızda durum nedir?

Kocabaş: Sembolik konuma düşürülüyor. Evli kadın, erkeğinin eşi, hanımı, eskilerin tâbiriyle zevcesi, kaba ifâdesiyle karısı değil, partneri, yol arkadaşı, hayat arkadaşı konumuna düşünülüyor. ‘Eskort’ da diyebilirlerdi. Bilindiği gibi, nikâh olmaksızın aynı evde yaşayanlar ‘hayat arkadaşı’ olarak anılıyor. Sanat dünyasında çokça var. Onlara özenenler vardı, İstanbul Sözleşmesiyle bu çarpıklık, hak olarak tanınmıştı. Çok şükür o çukurdan kurtulduk.

 Çetinoğlu: Evle kadınlara kanunla bir takım haklar tanımak, evlilik müessesesini de zedeler…

Kocabaş: Hatta denilebilir ki tamamen ortadan kaldırır. Evlilik takım çalışmasıdır. Yetkiler de sorumluluklar da karşılıklı anlayışla sağlanır. Eskiden de vardı: ‘Pederşâhî âile’, ‘Mâderşâhî aile’ deniliyordu. Gül gibi geçinip gidiyorlardı. Kadın kocasını ikna edip, ailenin yönetiminde daha fazla söz sâhibi olabiliyordu. Kocası râzı olursa ne âlâ, râzı olmaz ise, tâbi oluyor, nadiren de ayrılıyordu.  Güç ve kişilik çatışmasını hızlandıran feminizm öğretisi ailenin en büyük düşmanıdır.

Çetinoğlu: İstanbul Sözleşmesi yürürlükte kalsa idi, kadına karşı şiddet eylemlerini önleyebilir miydi?

Kocabaş: Kanaatime göre önleyemezdi. Çünkü kadınlar, ‘Kanun beni koruyor’ düşüncesiyle daha bir âsi olacaktı. Hiddeti kabaran erkek de şiddete başvurmayı kendisine hak sayacaktı.

Çetinoğlu: Sözleşme hakkındaki genel hükmünüz nedir?

Kocabaş: İstanbul Sözleşmesi, detaylı olarak incelendiğinde toplumun temel dinamiklerini tahrip eden bir yapıya sâhip olduğu rahatlıkla görülecektir.

Çetinoğlu: Cinsiyete dayalı şiddet kavramının fâili, yalnızca ve dâima erkekler midir?

Kocabaş: Sözleşmede böyle bir düşüncenin varlığı hissediliyor. Bu düşünce kadınları korumak adı altında erkek düşmanlığını desteklemektedir. İftira şeklindeki şikâyetlerle erkekler, haksız yere cezalandırılabilir. Kadın hakları kavramının bu kadar yüceltildiği bir ortamda, bir avukat, bir hâkim veya savcı şikâyeti haksız bulursa, feministler ve onların destekçisi medya tarafından linç teşebbüsüne mâruz kalır.

Çetinoğlu: Hükümetimiz, bizim aile yapımıza uymayan ve meselelerine çözümler getirmekten uzak İstanbul Sözleşmesinden haklı olarak çekildi. Şimdi de yine hükümetimiz tarafından çözüme yönelik “Ankara Kriterleri” nin yapılacağından  bahsediliyor. Bu konuda neler söylersiniz?

Kocabaş: Hükümetimiz, Ankara Kriterleri demekle, milletimizin  yıllardır istediği çözüm şekline en sonunda gelebildi.  Geldi ama, ayağına kurşun sıkarak geldi. Öncelikle, bizim toprağımızın  tohumu ve mahsulü olmayan Avrupa Konseyi veya Strazburg Kriterlerini ana baz alarak geldi.

      Biliyorsunuz, Avrupa Konseyi, 4 Nisan 1949’da NATO kurulduktan sonra, 5 Mayıs 1949 neredeyse  adı geçen kuruluşu kuran devletlerin tamamına yakını  tarafından kuruldu. Olup bitenlerin perde arkasına bakılacak olunursa, bunları yönlendiren hep Amerika idi. Anlayacağımız, II. Dünya Harbinden sonra, bu devlet Dünya’nın birinci süper gücü haline gelmiş,  bunun bir sonucu olarak kendi “YENİ DÜNYA DÜZENİ”  ni kurmaya soyunmuş, adı geçen bu ilk iki  kuruluş, bu düzenin ilk yapılanmaları olmuştu. Türkiye ve Yunanistan da  Avrupa Konseyi’ne  Ağustos 1949’da üye oldular.  1952’de de  NATO’ya alındılar.

      Avrupa Konseyi kurulunca, kendisine Strazburg şehrini “yönetim merkezi” olarak seçti. Amacının ne olduğuna yönelik de “anayasası” sayılan metinler hazırladı. Bu metinlerde, bundan olarak şunlar yer alıyordu: “Konsey, Avrupa devletleri siyasi birliğini gerçekleştirmede, Eski Yunan Felsefesi, Roma Hukuku, Batı Hristiyan Kilisesi,  Rönesans Hümanizmi ve Fransız İhtilali gibi  ortak geleneklerden faydalanır.”                                        

     Görülüyor ki, Avrupa Konseyi, bütün Dünya’yı temsil etmekten ziyade mahalli veya lokal  bir kuruluş olup, Eski Yunan –Eski Roma ve Hristiyan Katolik –Protestan Kıta Avrupası’nın  siyasi birliğini, üstelik de Avrupa kadim kültürünün 5 ana unsurunu  esas alarak kurulmaya çalışılan bir örgüttür.

      Türkiye gibi hem Müslüman ve hem de Asyalı bir ülkenin her bakımdan hiç kendisi olmayan böyle bir kuruluş  içinde yeri olamaz. Eğer o da bir birlik kurmak isterse, ona nazire  Asya’nın kadim devletleri ve kadim  kültür unsurlarını esas alarak, tırnak içinde  bir “Asya Siyasi Birliği” oluştursun denilemez mi? Veya bu konuda daha değişik alternatifler ileri sürülemez mi?

      İşte, İstanbul Sözleşmesi  de dahil olmak üzere   bütün problemlerimizin kaynağını, neredeyse yaklaşık 2 yüz yıldır, bütün dokuları bizim dokularımızla uyuşmayan bir kıtaya, Kıta Avrupası’na körü körüne bağımlılıktan ileri gelen yerli, milli ve ilmi çözüm yolları bulamamak oluşturuyor.  Hükümetimiz, Strazburg Kriterleri yerine Ankara Kriterleri demekle sanki kendi “özüne dönüş” yapılanması sergiliyor.  Biz bunu da,  bir sürü yaptığı hatalar, yanlışlıklardan  sonra onun yeni bir  “erdemi” olarak görüyoruz.

 Çetinoğlu: Ankara Kriterleri ifadesine yönelik tenkitlerden olarak  “Bu bir gericiliktir, irticadır ve çağdışılıktır” diye direnenler oldu. Buna da ne dersiniz?

Kocabaş: Avrupa Konseyi, Strazburg Kriterlerinden olarak, kendisine referans olarak, hem de biz Asyalıların kültürlerinden daha da eski Eski Yunan’ı, Eski Roma’yı ve İslamiyet’ten daha eski ve hem de bozulmuş din denilen  Hristiyanlığı baz veya ölçü aldıkları halde  bunlar niye bu halleriyle gerici, çağdışısı olmuyorlar da biz Asyalılar olarak onlardan daha taze ve haklı kültürlere sahip olduğumuz  ve bunları esas almak istediğimiz halde biz niye bunların ev sahipleri olarak neden gerici ve çağdışı olalım  diye sormazlar mı?

       Dıştan ve içten birer algı operasyonları sonucu, gerici, irticacı ve çağdışı edebiyatçılarının yaklaşık 150 yıllık geleneklerindendir.  Yani anlayacağınız, İstanbul  Sözleşmesinin iptaline direnen, tırnak içinde  “Şer Ekseni” diyebileceğimiz çevrelerin çoğunluğu, işin gafil ve cahilleri bir kenara bırakılacak olunursa,  içimizde Batı’nın ajandası, dublajası  ve belki de bir kısmı, yine tırnaklar içinde  “tasmalı çekirgeleri” veya “celladına aşık olanları” dır.

     Hükümetimize tavsiyem, bunların zaten huylarından olan felaket tellallıkları ve çığırtkanlıklarına  aldırmayıp yoluna devam etmesidir.

   Çetinoğlu: Sizce “Ankara Kriterleri” neler olmalıdır

   Kocabaş:  Ankara Kriterleri, adı üzerinde, kendimize bütün yabancılaşmaların   kaynağı Avrupa değil, kendimiz olmak, kendimizden yana  anlamında Asyalı olmak çağrışımı yaptırıyor. Yani bu, çözümde  milli, yerli, ilmi  ve Asyalı olmak demektir. Zaten bizim de buna ihtiyacımız var.

      Aile kurumumuz da diğer kurumlarımız gibi milli bir kurumumuzdur. Milli kuruluşların problemlerinin  çözümleri, yine milli kültürler ve felsefelerin içinde aranır. Uluslaraarasılık yutturmasını  kendisine  maske edilmiş  unsunlar veya  platformlarda  aranmaz.

        Ankara Kriterleri, kendi İslami ve örfi geleneklerimizin mecmuundan çıkarılacak kriterler olmalıdır. Bunlar esas  alınarak ve az çok günümüzün şartlarına da uyarlanarak yapılandırmaya gidilmelidir.  Başka bir çözüm yolları aramak beyhudedir ve sorunları artarak yeni nesillere aktarmak,  taşımak demektir.

Çetinoğlu: Sorularla sınırlı kaldığınız için veremediğiniz mesajınız var ise, birkaç cümle ile lütfeder misiniz?

Kocabaş: Önce şunu söylemek isterim: Her türlü şiddet… kimden gelirse gelsin… kime yönelik olursa olsun… mutlaka önlenmelidir. Erkekler kadına yönelik şiddete başvurmanın ağır suç olduğunu idrak edecek şekilde eğitilmelidir. Mübalâğalı, dıştan kaynaklı  ve özel bir kanun adâletsizliğe yol açar. Mevcut konunlar ilâvelerle mesele çözümlenmeli, bu ilaveler Ankara Kriterleri olmalıdır.

Çetinoğlu: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

Kocabaş: İlgilerinize ben teşekkür ederim.30 Nisan 2021