İlhan Karaçay’dan Mayıs 2020 Bülteni (Neler yok ki)

Hollanda’yı mağdur eden maske darbesini Türkler vurmuş!

Galatasaraylı yönetici Sinan Kalpakçıoğlu ve PSL VALE firmasının adı geçiyor

Korkutucu bir şekilde devam etmekte olan koronavirüs salgınını, maske bulamadağı için önleyemeyen Hollandalar’ı bir Türk firması ile aracıların mağdur ettiği iddia ediliyor.
Eski Galatasaraylı yöneticilerden Sinan Kalpakçıoğlu ve PSL VALE firmalarının adının geçtiği, 5 milyon adetlik maske satışının, araya giren mafyavari kişilerin komisyon istemeleri nedeniyle gerçekleşmediği belirtiliyor.

Hollanda medyasında, Başbakan Rutte’yi de komik duruma düşüren ‘maske kullanamama’nın nedenleri uzun uzun anlatılıyor.
Hatırlayacaksınız, Hollanda Başbakanı Rutte, yapmış olduğu haftalık açıklamaların birinde, virüse karşı ağız maskesi takmaya gerek görülmediğini belirtmişti. Ne var ki, Rutte’nin ‘Gerek yok’ dediği maskelerden, aslında bulunamadığı için yararlanılamıyor.

Hollandalılar’ın maske alımı için Çin, Alman, Güney Kore ve Türk firmaları ile temasta olduğu söylentileri dolaşırken, Hollanda Sağlık Bakanı Bruno Bruins, eleştirilere dayanamayarak istifa etmişti.
Hükümetin korkulu muhalifi Geet Wilders, koronavirüse karşı mücadele edecek araç ve gerecin bulunamamasını ‘yüzkarası rezalet’ olarak nitelemişti.
MACERA FİLMİ GİBİ!
Hollanda’nın maske arayışındaki başarısızlıklar sürerken, Türkiye’den PSL Vale adlı bir firmanın 5 milyon adet maskeyi derhal teslim edeceği haberi sevindirmişti. Beheri 6,50 dolardan 32,5 milyon dolarlık 3M-agız maskelerinin nasıl getirileceği tartışılırken, satıcı firma, ‘Getirtmeye gerek yok, mallar Lelystad şehrinde bekliyor’ beyanında bulunmuş.

Hollandalılar adına ödemeyi , Hollanda Sağlık Bakanlığı’nın garantörlüğünde, Rotterdam’daki Erasmus MC Hastanesi yapacaktı. Malların Lelystad şehrinden taşınması için, Hollanda güvenlik birimleri alarma geçirilmişti. Motorlu polisler nezaretinde dört boş kamyon Lelystad’a gelmişti bile.
Teslimat için Amsterdam’dan gelecek ‘ödeme yapıldı’ haberi beklenecekti.
İşte tam bu aşamadan sonra işler karışmaya başlamış. Hollanda hastanelerinin temsilciliğini yapan Leiden LUMC Hastanesi’nin  başkanı Willy Spaan,  ‘Bu mükemmel bir sonuç’ diye sevinç beyan etmişti.

Hastaneler maske bulabilmek için çırpınıyorlardı. Alım yapamadıkları eski satıcıları ve sayısız aracıları unutmaya çalışırlarken bu kez de olur olmaz aracılar ortaya çıktı.
Hollandalılar ile Türkler arasındaki anlaşmayı IB Consultancy firmasının sahibi İlja Bonsen yapmıştı.
Bugüne kadar sağlık malzemesi satmamış olan İlja Bonsen bu iş için Amerikan firması Beville Group’u devreye sokmuş. Beville Türkiye’de arayış içindeyken, Galatasaray’ın eski yöneticilerinden Sinan Kalpakçıoğlu ile tanışmış. Kalpakçıoğlu bir futbol simsarı ile birlikte, İstanbul’da kurulu PSL Vale’nin, Hollanda’da bulunan 5 milyon maskeyi hemen teslim edebileceğini söylemiş.
Hollandalılar’ın anlaşmayı kabul etmeleri üzerine, yüzde 10 komisyon isteyen Beville’nin bu isteğini Erasmus MC Hastanesi kabul etmiş. Hastane yönetimi, yapılanın doğru olmadığını, ama ihtiyacın çok zorunlu olması nedeniyle kabul ettiklerini belirtmiş.
Gelişmeleri ‘Vahşi Batı’ hikâyesine benzeten Bakanlık da bekleyişini sürdürmüş.
Her konuda anlaşma sağlanmış ve teslim günü beklenirken,  Türk satıcı ile konuşan Amerikalı Beville, araya bir olumsuzluğun girdiğini uçuş kısıtlaması nedeniyle teslimatın gerçekleşemeyeceğini söyledikten sonra, bu kez Hollanda’nın Dordrecht kentinden iki Türk genci PLS VALE’nin temsilcisi olarak araya girmiş. Çok heyecanlı oldukları belirtilen iki Türk genci, Amsterdam’daki AMC Hastanesi’nde bir toplantı salonunda ağırlanmış.  İki gencin başına birşey gelmemesi için de güvenlik önlemleri alınmış. Gençler toplantı salonunda beklerken, 3 kilometre ötede Deutsche Bank’ta finans işleri yapılırken, Türk satıcıların ödemenin çek ile yapılmasını istedikleri belirtilmiş. Leiden’deki LUMC Hastanesi, ödemeyi Deutsche Bank kanalıyla daha çabuk yapabileceklerini belirtmiş.

Ama durum daha da karışmış. Zira Turk firması  PSL VALE, Kaliforniya’da esrarengiz bir Meksika firması ile de iş yapmış ve bu firma için de 1,34 milyon dolarlık bir çek yazılması gerekiyormuş.
Meksika firması, maskelerin bulunduğu Lelystad’taki esrarengiz bir firma ile iş yaptığını ve bu firma için de biri 41.000 diğeri 45.000 dolarlık iki çek istemiş.

Ödemeleri yapacak olan Leiden LUMC Hastanesi’nin finans müdürü bayan Kim Smit bu duruma çok şaşırmış.  Smit, ‘Satıcılardan biri taksi şoförü, diğeri de  esrar satıcısı. Bu adamlar 5 milyon partisini nerede bulmuşlar?’ tepkisinde bulunmuş.

Daha sonra uzun bekleyiş başlamış. Deutsche Bank polise başvurarak, alışılmamış bir para transferinden ve esrarengiz Meksikalı’dan söz etmiş.
Artık o gün mal teslimatının yapılamayacağı anlaşılınca, kamyonlar geri dönmüş,  Dordrecht şehrinden Amsterdam’a gelen iki genç de çek görememiş.

Hollandalılar üzüntü ile geçirdikleri günün en kazançlı yanını şöyle açıklıyorlar:
‘O sabah medyayı çağıracaktık ve mal teslimi fotoğraflatacaktık. İyi ki yapmamışız.’

Bir gün sonra acı gerçek ortaya çıkmış:  Hollanda İstihbarat Örgütü AİVD’nin de desteklediği görüşe göre, ortada 5 milyon adet maske yokmuş. Olan büyük bir sahtekârlıktan ibaretmiş.

Ödemeyi yapacak olan Leiden LUMC Hastenesi finans müdürü bayan Kim Smit, başlarından geçenin çok acı bir dolandırıcılık olduğunu ve bunun için polise başvurulması gerektiğini, ne var ki, önceliğin maske bulmak olduğunu, şikâyetin sonraki işlem olacağını belirtmiş.
Ama Hollanda polisi bu sahteciliğin peşini bırakmamış. Konuyu araştırmakta olan polis, 24 mart günü Dordrecht şehrindeki iki Türk’ü tutuklamış. Bazı kişiler de sorgudan geçirilmiş.
Eski futbol yöneticisi Kalpakçıoğlu’na gelince: ABD’de kayıtlı muhasebe-takip bürosu olduğunu belirten Kalpakçıoğlu, verdiği yazılı ifadede, yaşananların talihsizlik olduğunu ama kendisinin kötü bir niyeti olmadığını, PSL Vale firması ile resmi bir ilişkisi olmadığını, sadece aracılık yapmak istediğini belirtmiş.
Kalpakçıoğlu ifadesinde, ‘Bu olaya karışanların hiçbiri bir kazanç elde etmedi ve ön ödeme de istenmedi. Ödeme, mallar kontrol edildikten sonra yapılacaktı. Kimse finansal bir zarara uğramadı.’ demiş.

Hollandalı aracı Bonsen, 24 mart günü verdiği ifadesinde, ortada bir dolandırıcılık olmadığını, her zaman olacağı gibi, bir transaksiyonun gerçekleşmemiş olmasının, dolandırıcılıkla suçlanamayacağını belirtmiş. Bonsen, maske bulmanın çok önemli olduğunu, bu konuda kendisine (Hollanda’nın en kriminal adamı) Willem Holleder’den dahi teklif gelse işbirliği yapacağını da söylemiş.

Polis, aldığı ifadelerin bulunduğu dosyaları gerek Bakanlığa ve gerekse ilgili hastanelere gönderdiğini açıklarken, Amerika’daki aracı Beville’nin de, ortada dolandırıcılık olmadığını belirttiğini ve alacağı komisyonun yarısını da Hollanda’daki aracıya vereceğini belirttiğini ifade etti.

Hollandalılar hâlâ, çeşitli yerlerden maske bulma çalışmalarını sürdürüyorlar.
Hollanda medyası, Çin ve Korelilerle de teslimat ve ödeme anlaşmazlıkları yaşandığını yayınlıyorlar

Sonradan üzülecek hareketlerde bulunmamak…

Sevgili Okurlarım,
Sosyal medyadan birkaç gün uzak durdum.
İnsanlık tarihinde az görülen bir felaket yaşamakta olmamıza rağmen, bazı dostlarımın ve tanıdıklarımın siyasi tartışmaları beni çok üzdüğü gibi şaşırtıyor da…
Çok mülayim sandığım bazı dostlar, beni hayal kırıklığına sevkediyorlar. Spor takımı taraftarı gibi, siyasi parti taraftarlığı yaparken çirkinleşiyorlar.
Ben arada bir ‘Yapmayın kardeşler’ gibisinden uyarılarda bulunuyordum ama artık bunu da yapmaz oldum.
Çirkinlikleri izlerken, üzülmemeye ve hatta kahkaha atmaya çalışıyorum.
Mülayimliğin yanında, akıllı ve toleranslı sandığım bu dostlar, yaptıkları çirkinlikler ile pek çok kişinin kalplerini kırıyorlar. Böylece de puan kaybediyorlar.
Siyasette koltuk kapma sevdası olanlar için bir diyeceğim yoktur.
İstediklerini elde edebilmek için her türlü yağcılığı yapmaları da siyasetin bir cilvesidir.
Ben hiçbir siyasi tartışmaya veya yoruma, lehte veya aleyhte bir tık bile yapmıyorum.
Siz de öyle yapın emi?
Şimdilerde kimin ne kadar yaşayacağı belli değil.
Zaten kararmış olan yaşamınızı daha da karartmamak ve sonunda pişman olmamak için fanatikliği bırakınız.
Sevgi ve selamlarımla…İlhan

İlhan KARAÇAY yorumladı:

Yine Haçlı ruhu!

Peşin hükümlü, ‘Türk düşmanı medya’, 7’den 70’e 83 milyon vatanseverin coşkulu gösterilerini görmezden geldi

Batılıların Türkiye’ye ve Türklere karşı hep ‘Haçlı Ruhu’ ile davrandıklarını sık sık yazmışımdır. Batı medyasının da, Türkiye ve Türkler aleyhine haberleri ayyuka çıkardığını, Türkiye ve Türkler için iyi haberleri de görmezden geldiğini ileri sürmüşümdür.
Bunun son örneğini geçtiğimiz 23 ve 24 nisan günlerinde gördük.
Malumunuz, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 100’üncü kuruluş yıldönümünü kutladık.
Koronavirüs salgını nedeniyle yapamadığımız törenler için üzüldük ama, 7’den 70’e 83 milyon vatansever Türk’ün balkonlarında sergiledikleri coşkulu gösteriler ile de çok sevindik.
Aslında, Dünya Rekorlar Kitabı’na girecek bir kutlama katılımı oldu.
Bu katılımdaki çoluk çocuklu sevimli gösteriler aslında dünya çocukları için de önemli bir haberdi. Ama ne var ki, Batı medyası bu güzellikleri görmezden geldi.
23 ve 24 Nisan günleri Batı medyasını dikkatle izledim. Bizleri sevince garkeden gösteriler, birkaç cılız haber dışında hak ettiği bir şekilde yayınlanmadı.
53 yıldır yaşadığım Hollanda’da da durum aynıydı. Gözlerimin aradığı haberleri göremeyince şaşırmadım. Zira, Haçlı Ruhu’un Hollandalılar’ı da nasıl etkilediğini çok yazmışımdır.
Aslında, Hollanda yönünden beni mutlu eden bir gelişme yaşanmıştı. 100’üncü yılın dünya medyasına nasıl yansıdığını googlede ararken, Hollanda’nın Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı  Erik Weststrate’nin mesajını gördüm.
Kendisiyle Mersin’de yapılan bir Van Gogh yarışması etkinliği sırasında tanıştığım Weststrate, balkon gösterilerine hazırlık yaparken, milli marşımızı Hollandaca diline çevirdiğini de yazmıştı. Tercümesi gerçekten çok zor olan milli marşımızı mükemmel bir şekilde tercüme etmiş olan Weststrate’nin bu davranışını aynı gün Facebook’ta yayınladım.
Böylece hepimizin yüreğine bir nebze su dökmüş olan Weststrate’ye teşekkürlerimizi sunuyorum. (Tercümeyi altta sunuyorum)

KABAHAT KİMİN?
Şimdi, daha önceleri de çok defa şikâyetçi olduğum tanıtım ve lobi yapamama zaafiyetimize yeniden değinmek istiyorum.
Peşin hükümlü ve Haçlı Ruhlu Batı medyasının takınacağı tavrı bildiğimiz halde, demokrasimizin 100’üncü yılını kutlamadan önce, devletimizin tanıtım ve lobi oluşturma konusunda bir girişimi neden olmadı?
Tüm dünya kamuyoyu için çok ilginç bir gelişme sayılacak olan kutlamalarımız için, Batı medyasına haber ve ilan koyduramadığımız gibi, medya mensuplarını ve hatta politikacıları neden davet etmedik?

Bu konudaki eleştirimi uzatmak istemiyorum. Zira eksikliğimiz hep aynı eksiklik. Bir gün bunun önemi anlaşılır inşallah!

İSTİKLAL MARŞIMIZIN HOLLANDACASI…

Milli mücadele şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı İstiklal Marşı’nın ilk iki kıtasını, birey ile bayrağı arasındaki diyalogun önemine binaen Hollandaca olarak sunuyorum.
Dostlarınıza gönderiniz.
Vrees niet, o rode banier
Die wappert op deze horizonten
Zolang de laatste haard die boven dit land rookt niet is gedoofd
Is hij de ster van mijn volk die zal stralen.
Hij is alleen van mij, en van mijn volk

Frons je gezicht niet zo, jij terughoudende halve maan!
Lach toch eens naar mijn heldhaftige ras!
Wat is dit voor een geweld en woede?
Anders komt ons vergoten bloed jou niet toe…
Vrijheid is het recht van mijn godvrezende volk!

İstiklal Marşı (İlk iki kıta)

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

 Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!

Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…

Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!

2020 YILI 2002 YILINI ARATACAK NİTELİKTE…

Sevgili okurlarım.
Yaşamımızı kâbusa çeviren koronavirüs nedeni ile, ‘Kara yıl’ damgasını vurabileceğimiz 2020 yılı, benim en çok şikâyet ettiğim 2002 yılını mumla aratacak bir yıl olacak.

2003 yılına girerken kaleme aldığım yorumumu arşivde buldum.
Bu yorumumun sonundaki temennilerim arasında ‘sağlıklı bir yaşam’ da vardı.
Sözü hiç uzatmadan, 2002 yılı hakkında yazdığım o yorumu aşağıda sizlere sunuyorum.
Sanırım, bundan sonraki günlerde de size eski yıllardaki yorumlarımdan bazılarını sunacağım.
İşte o yorum:

İlhan KARAÇAY yazdı…

KAHREDİCİ  2002 YILI

‘Bin yıl’ anlamına gelen milenyumun üçüncüsü maalesef iyi başlamadı.
Milenyumdan önce taş devri yaşandı.
Birinci milenyumda Hz. Isa ve Hz. Muhammed devri yaşandı.
İkinci milenyumda demokratikleşme ve çağdaşlaşma dönemi yaşandı.
Üçüncü milenyumun başlangıcı ise talihsizliklerle dolu oldu.

2000 yılını deprem felaketleriyle geçirdik.
2001 yılı Türkiye’deki insanlarımız için tam bir yoksulluk yılı oldu.
Aynı yılın sonunda ABD’de yaşanan 11 Eylül felaketi ise, İslam dünyası ve bu dine mensup insanlar için başlayacak olan ‘kıyım’ ın habercisi oldu.

2002 yılı, özellikle Hollanda’da yaşayan biz Türkler için tam anlamıyla kahredici bir yıl oldu. Bu kahırların 2003’te de devam edeceğine inanıyorum.

2002 yılı Pim Fortuyn adlı bir zavallının söylemleri ile başladı.
Cinsel tercihi hiç kimseyi ilgilendirmez ama, cinsel tercihini çok çirkin söylem ve eylemlerle ortaya koyan ve çok kimseye göre de ‘şarlatan’ niteliğinde olan Pim Fortuyn talihsiz bir şekilde katledildi. Prim toplayan söylemlerinin ana konusu yabancı ve İslam düşmanlığı olan Pim Fortuyn, öldürüldükten sonra adeta kahramanlaştı. Ölünün arkasından kötü konuşmamak bizim kültürümüzde de var ama, sağ iken  söylemleri ve eylemleri çirkin ve acımasız olduğu için yerden yere vurulan Fortuyn’ün, ölümünden sonra yakılan ağıtları hak etmediğini ileri sürmek yanlış olmaz.

Pim Fortuyn’e bu ağıtlar neden mi yakıldı ?
Siyasetçi her zaman çirkin değildir ama, Fortuyn’ün kazandığı primleri devralmak için söylem değiştiren siyasetçiye ‘çirkin’ demek bir haktır.
Pim Fortuyn konusunda, Groen Links’in eski lideri Paul Rosenmöller’den daha harbi bir siyasi lider çıkmadı. Yaşadığı sırada Fortuyn’ü TV oturumlarında maskaraya çeviren Rosenmöller bile, suikasttan sonra meydana çıkan toplum baskısı karşısında susmak mecburiyetinde kaldı.

Pim Fortuyn’ün katledilişi yüzünden tepki oyları artan LPF (Pim Fortuyn Listesi) Partisi, beklenenden daha çok sandalye kazanınca, koalisyon ortağı olmaya hak kazandı.
İşte ne olduysa bundan sonra oldu.
Hükümette yer alan LPF, yabancılar ve özellikle Müslümanlar aleyhine  taslak üzerine taslak düzenledi.
Bu durumda diğer partiler de boş durur mu?
Oy kaybetmemek için ‘Kraldan daha çok kralcı’lığı seçen diğer partiler de, yabancılar aleyhine yasa taslakları düzenlemeye başladılar.

Siyasetçiler böyle olunca Hollanda medyası da bunlara çanak tutma görevini daha yoğun yapmaya başladı.
Ülkede bir Türk öksürdüğü zaman bile, ‘Türkler kanser bulaştırıyor’ anlamında yayınlar yapılmaya başlandı.

Neler yayınlamadı ki Hollanda medyası ?
Alanya’daki katillerin bir yanlışlık sonrasında serbest bırakılmaları üzerine Türkiye’ye karşı adeta savaş açıldı. Prens Willem Alexander ve eşi Maxima’nın Türkiye’ye yapacağı ziyaret bile ertelendi.

Daha sonra yine Alanya’da motosikleti ile bir Türk gencini öldüren Danny isimli bir Hollandalı gencin hapisane macelaraları ( !) yayınlanmaya başlandı. Tam anlamıyla bir ‘Kızılderili hikayesi’ yazan Hollanda medyası, bu konuda da Türkiye’ye karşı bir savaş açmıştı.

Bu da yetmedi, güney sahillerimize tatile giden Hollandalı turistlerin yığınlar halinde ishal oldukları haberleri yayınlandı. Bu konuda da ‘Kızılderili hikayeleri’ dile getirildi ve abartılı röportajlar ile Türk turizmi baltalanmak istendi.

Hollanda medyasını durdurmak mümkün değildi.
Bu kez, Türk hastanelerinde sahtekarlık yapıldığı haberleri yayınlandı.
Tedavileri sonrasında ödeme yapılmadığı için pasaportlarına el konulan Hollandalılardan söz edildi.

Türkiye’deki gelişmeleri sürekli olarak aleyhimizde kullanan Hollanda medyası, Hollanda içinde yaşanan olayları da abartılı bir şekilde aleyhimize kullandı.
Hatta bazı haberler düzmece idi.

8 Türk’ün kendisine tecavüz ettiğini iddia eden 13 yaşındaki bir kız ortalığı ayağa kaldırırken, Hollanda medyası ‘Mal bulmuş Mağribi’ misali bu habere sarıldı ve Hollanda’da yaşayan yarım milyona yakın Türk’ü rencide edici yayınlar yaptı.

Hollanda medyasının Türkiye ve Türkler’i karalamak için yaptığı yayınların haddi hesabı yok. Ne yazık ki, içimizde bulunan bazı çürük elmaların yaptığı hatalar hepimize mal edilmeye çalışıldı.
DÜNYA gazetesi olarak biz, yukarıda sıraladığımız tüm yayınlar sonrasında Türkçe ve Hollandaca olarak yayınladığımız haber ve yorumlarda bu durumu şiddetle kınadık. Bu nedenle pek çok medya kuruluşu ile aramız bozuldu. Hatta Alanya mağduru kızların avukatı tarafından şikayet edildik. Hollanda Basın Konseyi’nde yargılandık. Belki yakında bize bir tekzip cezası gelecek. Ama biz bildiğimiz doğru yoldan şaşmayacağız. Her zaman haklının yanında olacağız.
2002 yılı içinde duyduğumuz, gördüğümüz ve okuduğumuz şeylerin çoğu ‘allochtoon’ kapsamı içindeydi. Sabahları ‘Allohtoon, Türk ve İslam’ sesiyle uyandık, gün boyu aynı kelimeleri duyduk, okuduk ve gördük, akşamları da bunlar ile yatağa girdik. Öyle ki, tam 36 yıldır yaşadığım Hollanda’da, sinirlerimin bozulduğu böylesi bir yıl yaşamadım.

1984 yılında Hürriyet’i bırakıp Türkiye’ye dönüş yaptıktan iki yıl sonra, Hollanda’ya yeniden geri dönmeyi planlamıştık. Geri dönecektik ama, arada bir geldiğim Hollanda’da o yıllarda da medya ile sorunlarım vardı. Sırf bu yüzden Hollanda’ya dönmekten korkuyordum. Eşim bana, ‘Oraya döndüğün zaman her şeye kulaklarını tıka’ tavsiyesinde bulunmuştu.
Ama bu mümkün müydü ?
Hem de gazetecilik yaparken?
1986 başında yeniden yerleştiğim Hollanda’da gazeteciliğimi sürdürdüm. Burada yayınlanan Türkçe ve Hollandaca HABER gazetesinde Genel Yayın Müdürlüğü yapmaya başladım. Aynı zamanda da GÜNAYDIN gazetesinin Benelüks temsilciliğini de üstlenmiştim.
Hollanda medyasına ve siyasetçilere karşı kulağımı tıkamam ve gözümü kapamam mümkün olamazdı. O yıllarda sürdürdüğüm mücadele, bu günlerde daha da yoğunlaştı. Bu yoğunluk öyle ağır ki, bıkma derecesine geldi.
Ama bıkmamamız gerekirdi.
İçimizden bazılarını araç olarak kullanıyor olsalar da mücadelemizi sürdürmeliyiz.

Kötü ve talihsiz bir 2002 yılı geçirdik.
Hiç umutlu değilim ama, 2003’te yüzümüzün gülmesini diliyorum.
En azından sağlıklı bir yaşam için dua edelim.

Nice mutlu yıllara…!

Corendon’dan Hollanda’yı sevindiren jest:

263 odalı oteli hastaneye çevirdiler

680 odalı diğer otelin bir bölümü de gerek duyulursa karşılıksız hizmete sunulacak

Hollanda’da biri 263 odalı, diğeri de 680 odalı iki otele sahip olan Corendon, Amsterdam merkezinde bulunan 263 odalı Corendon City Hotels’in hastaneye dönüştürülmesi için yaptığı teklife, devletten olumlu cevap geldi. Otelin hastaneye dönüştürülmesi için çalışmalar başladı.
Bu teklifi ilgili mercilere sunan Corendon’un sahiplerinden Atilay Uslu, çalışmaların önümüzdeki hafta tamamlanacağını ve hasta bakımına başlanacağını belirtti.

Atilay Uslu, Corendon City Hotesl’den başka, gerekirse Schiphol Havalimanı’na yakın olan Benelüks’ün en büyük oteli Corendon Village’nin bir bölümünü de bedelsiz olarak hizmete sunacağını belirtti.
Devletin sadece araç gereç ve personel parasını ödeyeceğini belirten Uslu, hastaneye çevrilen otellerinde yoğun bakım olmayacağını, sadece karantinaya alınacak olan hastaların barındırılacağını sözlerine ekledi.

Uslu’nun bu jesti sonrasında konuşan Amsterdam Belediyesi Sağlıktan Sorumlu Başkan Yardımcısı  Groot Wassing, ‘Yapılan bu jest bizi çok memnun etti. İlgili birimler ile birlikte çalışarak yeni sağlık personeli aramaya başladık.’ dedi.

Hollandalıları, başta Türkiye olmak üzere çeşitli turistik yerlere taşıma rekoru kıran Corendon’un bu jesti, Hollandalılar üzerinde derin bir etki yarattı.

ÖRNEK OLDU
Corendon’un yapmış olduğu bu jest, diğer otel sahiplerini de harekete geçirdi.
İlk etapta  Fletcher ve  Van der Valk otel zincirleri, bazı otellerinin bir bölümünü  aynı hizmet için sunabileceklerini belirttiler. Apart Hotel Zoku da bu hizmete açık olduklarını bildirdi.

HEY GİDİ GÜNLER HEY! CORENDON AİRLİNES 15 YAŞINDA

Hollanda’da seyahatçılık ve havacılık alanında büyük başarılara imza atmış olan Corendon’un sahipleri Atilay Uslu ve Yıldıray Karaer, şu anda yaşanmakta olan sıkıntılı ayların acısını, bir kuruluş yıldönümü tesellisi ile dindirmeye çalışıyorlar.
Seyahatçılıkta, Hollanda’nınen büyük tur operatörü olmayı başaran Corendon, havacılıkta Türkiye, Malta ve Hollanda bayraklı üç şirkete sahip olduktan başka, otelcilik alanında da başarılara imza attılar. Bünyesinde 9 otel bulunduran Corendon Turizm Grubu, Karayipler Curaçao Adası’nda toplam 150 Milyon Euro’luk bir otel yatırımı yaptı.
Ne var ki tüm bu kazanımlar, dünyanın başına bela olan koronavirüs salgını nedeniyle zarara uğradı.

Son gelişmeler ile canları sıkılan Corendon’un iki ortağı Uslu ve Karaer, bir anma sayesinde teselli bulmaya çalıştılar. Zira, Türk tescilli Corendon Airlines 15’inci kuruluş yılını kutladı. İlk uçuşunu 12 Nisan 2005’te 136 yolcu ve CAI 855 uçuş numarasıyla TC-TJA kuyruk numaralı Boeing 737-300 tipi bir uçakla Sabiha Gökçen’den Amsterdam’a yapan şirketin, Malta (Corendon Europa) ve Hollanda (Corendon Dutch) tecilli iki havayolu şirketi daha ve toplam 21 uçağı var.

İŞ HAYATINA, AT ARABASINDA SÜT SATARAK BAŞLAMIŞTI

  • Hollanda’nın en büyük süpermarket zincirinin patronu  Dirk van den Broek  96 yaşında öldü
  • Hayat hikâyesi, Mersinli Yunus Acır’ın kaderi ile bağdaşıyor
  • Yunus Acır da iş hayatına bir eşek arabası ile başlamıştı. Şimdi çocukları bir konfeksiyon  imparatorluğunu yönetiyorlar
  • Hollanda’nın en büyük süpermarket zincirinin patronu Dirk van den Broek, 96 yaşında hayata gözlerini yumdu.

İş hayatına 15 yaşında iken bir at arabasında süt satarak başlayan Dirk van den Broek’un ölüm haberi Hollanda medyasında geniş bir şekilde yer aldı.
İşe başladığı at arabası ile çekilmiş bir fotoğrafını yayınlayan Hollanda medyası bana bir çağrışım yapmış oldu.
Bu çağrışına girmeden önce, Van den Broek’un 20 yıl önce bir radyo yayınında dinlediğim konuşmasından bir kesit sunmak istiyorum.
Van den Broek ile Hollanda esnafının sorunları konuşuluyordu.
Van den Broek,  ‘Hollanda esnafının geleceğini nasıl görüyorsunuz’ şeklindeki bir soruya şu yanıtı vermişti: ‘Gelecekte Hollanda esnafı diye bir şey kalmayacak. Hollanda’da geleceğin esnafı Türkler olacak. Zira Türkler, süpermarketlerin eziciliğinden korunmasını bilecek yeteneğe sahipler. Türkler, eş, dost ve akraba avantajının yanında, fiyat kırma becerisi ile Hollandalı müşteri de toplayabilecek niteliğe sahipler.’

Evet, 20 yıl önce Türkler’in ‘geleceğin esnafı’ olacağı önsezisini ortaya atan Dirk van den Broek işte böyle bir adamdı.

Şimdi gelelim, Van den Broek’un fotoğraflı ölüm haberinin bende uyandırdığı çağrışıma.
İsterseniz bu konuyu sizlere eski bir haberim ile hatırlatayım:

İlhan KARAÇAY’dan anılar:

Eşek arabasıyla başlayan bir konfeksiyon imparatorluğu…

Mersin ve Adana’daki Adil Mağazaları, baba Yunus Acır’ın eşek arabasından doğmuştu

Başarının, Azim ve dirayet ile gerçekleşmesinin en büyük örneği…

Mersin’in en ünlü Mali Müşaviri olan Hasan Arii, facebook’a koyduğu bir eşek arabası ile beni 60 yıl önceye götürdü.
Arii, bu fotoğrafın altına ‘Yeni AVM’mizin (Alış Veriş Merkezi) açılışına davetlisiniz’ diye yazmıştı.

Fotoğraf, tekstil işinin bir eşek arabasında yapılışının görüntüsüydü.
İşte bu fotoğraf beni 60 yıl öncesine götürdü. İkamet ettiğimiz caddenin karşı tarafında ikamet eden komşumuz Yunus Acır idi. Biz O’nu ‘Yunus Amca’ olarak bilirdik. Yunus amca, evden eve kumaş satışı yapardı. Sonra bu işi bir eşek arabasıyla yapmaya başladı. Bir süre sonra eşeğin yerini At aldı. Hiç unutmam, bizim evimizin önündeki asma ağacı kurumaya başlayında, Yunus Amca’nın ahırındaki tezekleri gübre olarak kullanmış ve ağacı kurtarmıştım.
Yunus Amca’nın At arabası daha sonra motorlu oldu. En sonda da bu iş bir minibüs ile yapılmaya başlandı.
Çok tutumlu olan Yunus Amca yemeklerde kuru soğanı çok yerdi. Ben de soğan yemesini Yunus Amca’dan öğrendim ve hala yemeklerde kuru soğan yerim.
Yunus amca ilk tekstil dükkanını evimizin karşısında açmıştı.

Şimdi 90 yaşında olan Fehime Teyze’den doğma Adil, Ekrem (Vefat etti), İhsan, Şükran, Emel (Vefat etti) Necla, Nilhan ve Gülbahar isimli sekiz çocuk, babalarının ölümünden sonra tekstil işini devam ettirdiler.
Tabii ki yönetimin dizgini Adil’in elindeydi. ‘Adil Mağazaları’ olarak markalaşan kardeşler, daha sonra ‘İhsan Abiye’ ile zinciri geliştirdiler. Şimdilerde  ‘Jeaneration’ markası ile de ünlenen kardeşler, konfeksiyon dalında tam bir imparatorluk kurmuş durumdalar.

İşte, eşek arabası ile başlayan ve özellikle baba Yunus Acır’ın azim ve dirayeti ile bir imparatorluk haline gelen bir tekstilciliğin hikayesi böyle.
Daha nice başarı dolu hikayelere…

İKİ TÜRK VATANDAŞININ FİNLANDİYA BAŞBAKANINI ZİYARETİ…

Eşiyle elele uçağa bindiler. Evden çıkmadan önce telefonda Finlandiya başbakanının ‘Havaalanından aldırayım’ teklifine orta yaşlı Türk, “Gerek yok, bir taksiye atlar geliriz. Ev adresini biliyoruz nasılsa.” demişti.

Koltuklarına yerleşip kemerlerini bağlayınca yeniden eşinin elini tuttu adam.
Biraz da sıktı tuttuğu eli.
Buna alışıktı eşi. “Biz seçim değil, geçim ehliyiz” derlerdi birbirlerine.
Beyaz bir huzur bulutu geçti aralarından.

Helsinki Havaalanı’na indiklerinde hemen bir taksiye atladılar, küçük adres kâğıdını verdiler şoföre…

Vakit, akşam yemeği saatiydi.
“Açıktın mı?” diye sordu ince, zayıf, esmer bayan; yumuşacık sesiyle.
“O kadar değil” diye yanıtladı adam.
Eşi gibi esmer, Anadolu ifadesiyle karayağızdı. Gür saçları gibi, düzgün kesilmiş siyah bıyıkları vardı.

“Bu Finlilerin yemekleri nasıl oluyor acaba?” dedi bayan, taksinin içinde biraz daha yayılarak. “Bilmiyorum canım. Önümüze gelince anlarız artık.”

Şoför, hafifçe başını geriye atarak, “Çok affedersiniz İtalyan mısınız?” diye sordu.

“Hayır, Türküz.” diye cevap verdiler.

“İngilizceniz çok iyi, şaşırdım, hiç tahmin etmezdim.” diyen şoför biraz daha gaza bastı, cevabı beklemeden…

Az sonra bir sokağın başında durdu taksi. Kibar şoför, geriye dönerek konuştu: “Verdiğiniz adresteki sokakta bugün çalışma var. Geceye kadar trafiğe kapalı. Sizi burada indirmek zorundayım. Sadece 50 metre yürüyeceksiniz. Merak etmeyin, valizlerinizi ben alırım.”

‘Gerek yok’ deyip fazla büyük olmayan valizleriyle sokağa süzüldüler ellerinde adres notuyla. Sıradan bir apartman dairesiydi Finli başbakanın evi…
Zile ikinci dokunuşta açıldı kapı. Uluslararası bir toplantıda tanıştığı, daha sonra dost olduğu arkadaşı kapıda ellerini iki yana açmış, konuklarını bekliyordu, güler yüzle. Ülkenin başbakanı olsa da o kadar belli değildi yine de. Evde koruma filan yoktu. İlk tanıştığı günlerden farksızdı davranışları.

“Önce şunu kırılmadan vereyim” diyerek, İstanbul’dan hediye aldıkları çeşm-i bülbülü uzattı adam. Küçük lokum kutusunu da sehpaya bıraktı. Başbakan, önce çeşm-i bülbülü inceledi ayaküstü. Vakit geçirmeden, kısaca bilgi verildi göz alıcı dalga dalga mavi billur cam hakkında. Ardından lokum kutusu açıldı; sade, kumaşı az, ahşabı fazla koltuklara yerleşirlerken.
“Lokumu biliyorum” dedi başbakan. Bir lokum aldı, şeker tozunu hafifçe silkeleyerek ağzına attı, çiğnemeye çalıştı dudakları kapalı.

“Çok teşekkür ederim. Nefis…” dedi ve lokum kutusunu sarışın eşine uzattı kibarca.

Başbakanın eşi fazla söze girmiyordu. Aslında Türk hanım da fazla konuşmuyordu.

“Yemek masamız hazır ama 15 dakikaya oğlum gelecek, bekleyelim isterseniz, ya da…” Başbakanın cümlesini tamamlamasına fırsat vermeden söze girdi adam, “Bekleyelim bence. Oğlunuzu da tanımak istiyordum zaten” dedi ve az önce uzun uzun övgüler aldığı İngilizcesiyle ekledi:

“Delikanlı ne iş yapıyor?”

“Taksicilik.”

“Bildiğimiz taksicilik mi yani?”

“Evet.”

Kısa bir sessizlik salonun duvarlarına kadar gitti geldi.

Başbakan, ikinci lokuma tam el atacakken kapı zili duyuldu, genç bir delikanlı içeri girdi. Yorgunluğunu gizleme gereği duymuyordu.

Bir eliyle oğlunu işaret ederek salona daldı başbakan, “İşte oğlum, elini yıkasın yemeğe oturalım.”

Bakakaldı Türk vatandaşı eşi ile …

Tam bir şaşkınlık!

“Bu mu oğlunuz?”

“Evet ama niye bu kadar şaşırdınız ikiniz de?”

“Bizi havaalanından getiren taksici bu!”

“Oğlum, yeni maden mühendisi oldu. Tayinini beklerken bu işi yapıyor” dedi başbakan… “Haydi sofraya…”

Türk karı koca, masaya yöneldiklerinde hâlâ şaşkındı, peşpeşe duydukları karşısında.

Peki, bu Türk vatandaşı size tanıdık gelmedi mi? Sizi yormadan ben açıklayayım:

Bülent Ecevit ve eşi Rahşan Ecevit…
Henüz başbakan değilken…
(Alıntı)

Yukarıda anlatılan iki Türk’ün kim olduğunu merak ediyorsunuzdur.
Sizi merakta bırakmayayım.
Alttaki fotoğraf ve yazıların kahramanlarıdır bu iki Türk. Bülent ve Rahşan Ecevit.

ABD emperyalizmine çanak tutan DP döneminden sonra beni Ecevit gazeteci yaptı

Başta merhum İsmet İnönü, Kasım Gülek, Kemal Satır ve Bülent Ecevit gibi büyük politikacılar Mersin’e geldikleri zaman, mutlaka bizim aile ile birlikte olurlardı. Bizim ailemiz CHP’nin Mersin kalesiydi. O devrin Demokrat Parti yönetimi tarafından sık sık hışıma uğrar ve sık sık karakollara, tutukevlerine gönderilirdik. Tabii ki bizi kurtaranlar da, yukarıda saydığım isimler olurdu.

Demokrat Parti devrini beğenenler çoktur. Ama bizim tam delikanlılığımız sırasında yaşadıklarımız anlatılmaya değerdir.
Ben şimdi burada Demokrat Parti’nin ve liderlerinin eleştirisini yapmak istemiyorum. O devri beğenenlere de bir diyeceğim yok.

27 Mayıs ihtilali, demokrasiye inandığımız halde bizleri sevindirmişti.
Benim, 18 yaşın verdiği heyecan ile mücadelem, o zaman da ‘emperyalist’ olarak andığımız Amerika Birleşik Devletleri’ne karşıydı.

Neden mi ?
Çünkü o zaman meşhur Altıncı Filo, İstanbul, İzmir, Antalya, İskenderun ve Mersin limanlarında cirit atıyordu.
Altıncı Filo’dan çıkan Amerikan askerlerinin, bizim polislerle birlikte ellerinde cop olduğu halde caddelerimzde dolaşmalarına çok kızıyorduk. Herhangi bir olay sırasında, ABD askerinin de Türk insanına karşı cop kullanmasına ise kahroluyorduk.
Lütfen dikkat ediniz. Ben o devrin genel politikasına değinmiyorum. Sadece Amerika ile olan ilişkilere değiniyorum. Bir Amerikan askerinin, kendi topraklarımızda bize karşı cop kullanmasını kabul etmek, sömürgeciliğe boyun eğmekti. O nedenle biz gençlik olarak, bize cop sallayan ABD askerine karşı mücadele etmeye başladık.

Gazetelerde, “İstanbul Dolmabahçe’de Altıncı Filo’ya ait ABD askerleri denize atıldı” haberlerini hatırlayanlarınız vardır. Gazetelere yansımayan olaylar ise diğer kentlerde yaşanıyordu. Örneğin biz de Mersin Atatürk Bulvarı’nda eli coplu Amerikan askerlerini,   denize atıyorduk. Amerikan askerlerinin rezalet çıkardıkları barları ve pavyonları dolaşıyor ve onları orada pataklıyorduk.

İşte böyle bir atmosfer içinde yaşarken, 27 Mayış 1960’da ordunun yaptığı müdahale tabii ki bizi sevindirmişti. Biz gençlik olarak bir sömürge ülkesi durumunda olmaktan kutulmanın sevincini yaşıyorduk.

Yukarıda belirttiğim sevinç için bizi ‘antidemokrat’ olarak niteleyecek olanlar varsa, ‘Varsın öyle olsun’ demekten başka yapacağımız bir şey yok.
Gazeteciliğe ilk adım

Ben, ihtilal öncesinde, CHP’nin organı sayılan ULUS gazetesine bir yorum göndermiştim. Bu yorumda DP hükümetini şiddetle eleştirmiş ve Mersin gençliği olarak sömürge ülkesi muamelesine tahammül edemediğimizi yazmıştım.
Yazıyı gönderdikten sonra, ailemin kökünün bulunduğu Samandağı’ndaki akrabaları ziyarete gitmiştim. İşte o sırada ULUS gazetesi benim yorumumu yayınlamıştı. Tabii bundan haberim olmamıştı.

Mersin’e döndüğüm zaman tüm aile efradının beni coşkuyla kucaklamasına bir anlam verememiştim.
Sonradan anlatılanları duyduğum zaman, yorumumun ULUS gazetesinde yayınlanmış olduğunu öğrendim.

Hem de ne öğreniş…
Ağabeylerim ULUS’taki yazıyı kesmişler ve bir kartona yapıştırmışlar. Bu kartonu, kurdukları rakı masasının ortasına yerleştirmişler.

ULUS gazetesi, benden giden yorumu sütunlarına koyarken bir giriş yapmış ve “Karaçay diyorki..” diyerek yorumumu koymuş.

Ağabeylerim de, her kadeh kaldırışta “Karaçay diyor ki” lafını ‘şerefe’ anlamında kullanmış.
Ertesi gün CHP’nin ileri gelenleri beni sırayla kucakladılar ve “yazmaya devam et ha !” diye de uyardılar.
İşte o sırada Bülent Ecevit de Mersin’e gelmışti. O da beni kucakladı ve “Bak ben de küçük yaşta yazmaya başladım. Sen de yazmaya devam et’’ diyen Ecevit, kendisiyle denize girdiğim sırada da  bu ısrarını sürdürmüştü.

Ecevit’in tavsiyeleri bende büyük bir etki yaratmıştı. Ben de arada bir ULUS gazetesine yazılar göndermiştim.
Hayat hikâyemi okuyanlar, 1967 yılında bir Yunan gemisi ile Çin’e gittiğimi ve Mao’nun Kültür İhtilalı döneminde gazetelere oradan haber gönderdiğimi öğrenmişlerdir.
Yani, ULUS gazetesinden sonra muhabirlik işlevim Çin’de başlamıştı.

Çın’den  Kanada’ya geçmiş, Vancouver’de 3 ay hastanede yattıktan sonra Türkiye’ye dönerken uğradığım Hollanda’da kalmaya karar vermiş ve burada önce Tercüman, sonra da Hürriyet’e muhabirlik yapmaya başlamıştım.

İşte benim gazetecilik yaşamım böyle başladı ve böyle de devam ediyor…

Gazetecilik yaşamımın en hızlı döneminde, hem Hürriyet’e, hem TRT’ye ve hem de Hollanda NOS Televizyonuna çalışıyordum. Ecevit’in Kıbrıs zaferinden sonra ikinci kez iktidara geldiği dönemde Ankara’ya gittim ve kendisiyle bir mülakat yapma şansı buldum. Ama bu şansta, onunla mazideki ilişkilerimin rolü büyük oldu.
Şöyleşi öncesinde sohbet ettiğim merhum Ecevit, Mersin anılarını anlattığım zaman şaşırmıştı.

‘İsminiz bir yerlerden çağrışım yapıyordu ama, inanın sizi şimdi hatırladım’ demiş ve memnuniyetini belirtmişti.
Ecevit ile son karşılaşmam Amsterdam’da oldu. 12 Eylül 1980 ihtilalınden sonra zor günler geçiren Ecevit, Amsterdam’d abir konferansa gelmişti. Üzerinde doğru dürüst bir elbise bile bulunmayan Ecevit bizi üzmüştü. Hediye konusunda bile çok hassa olan Ecevit’e bir takım elbise hediye etme kararı almıştık. Bu hediyeyi aldık ve rahat taşınabilir bir karton kutuya yerleştirmiştik. Kaldığı otelde ziyaret ettiğimiz Ecevit’e hediye paketini verirken, ’Lütfen bunu burada açmayın. Gideceğiniz Danimarka’da açın. Bu bir Hollanda süprizi olsun’ demiştik.

Geçen hafta Can Dündar’ın hazırlamış olduğu Ecevit Dökümanteri’nde, muhterem Rahşan hanımın ‘O günler çok zor şartlar altında yaşadık. Evimizde satılabilecek ne varsa satmıştım. En son olarak 5 adet gümüş çay kaşığını sattım’ deyişini duyunca, aklıma Amsterdam’daki Ecevit geldi.

Hürriyet’te dostum Cengiz Özdemir yazmış : Ecevit Hollanda’dan bir sendikanın gönderdiği 20 bin guldeni o zor günlerde kabul etmemiş. Parayı götüren sendikacı Talip Demirhan bize bu konuyu hiç açmamıştı.
Özdemir’in yazısını da bu sayfada bulacaksınız.
İşte böyle bir Ecevit ailesini merhametsizce ve de küstahça eleştirenlere bu nedenle kızıyorum.
Nur içinde yat muhterem Ecevit !!!

OBJEKTİF GAZETECİLİK

Hayata gözlerini kapayıp bu dünyadan göç eden merhum Bülent Ecevit’in arkasından çok şeyler yazıldı.

Bazı köşe yazarı dostlarımın, ‘doğruculuk’ veya ‘dobracılık’ budalalığına kapılarak yazdıklarını, kendilerine gönderdiğim  birer mesaj ile  kınadım. Kendilerine yazdığım mesajlarda, ‘Ne yaptın?’ diye sordum ve milyonların kalbinde taht kuran insanlara, ölümlerinden sonra hakarete varan eleştiri yapmak ile belki de kariyerlerinin sonunu getirdiklerini belirttim.

Ne diyelim, ‘beşerdirler’ ve de şaşabilirler…

Müzmin particilikten uzak duralım

Birileri Ecevit’in Clinton karşısında bu şekilde duruşunu bahane ederek eleştiri yapmış.

Ecevit, herkesin önünde de böyle duracak kadar saygılı bir insandı.
Ölen insanların ardından böylesi hafiflikler yapmak günahtır.
Siyaseti bu kadar yozlaştırmamak lazım.
Particilik, düzeyli yapıldığı takdirde güzeldir.
Körü körüne particilik yarar getirmez.

Yaşadığım Hollanda’da particilik, sadece siyasetçiler arasında yaşanır.
Halkın büyük çoğunluğu partici değildir. Siyasetçilerin programlarına bakarlar. Yaşamları boyunca birden falza partiye oy verirler. Ne bir parti için ve ne de bir lider için kavga etmezler.
Biz ise, parti uğruna birbirimizi kırıyoruz.

Siyasi partiler halk için vardır. Ama biz maalesef, siyasi partilerin esiri oluyoruz. Programlarına ve inandırıcılıklarına bakamadan partilere oy veriyoruz. Bazen de abartılı oluyoruz ve birbirimizi kırıyoruz. 48 yıldır yaşadığım Hollanda’da körü körüne particilik yapılmıyor. İstisnalar haciçtir tabii…

Keşke biz de Hollandalılar gibi davranabilsek. Biribirimizi kırmadan siyaseti takip etsek. Partinin adına değil, programına oy verebilsek.
Geçmişe değil, geleceğe bakarak siyaseti takip edebilsek.
Sosyal medya, birbirimiz ile haberleşmek için muhteşem bir olgudur.
Bu olguyu, yararlı tartışmalar ile değerlendirsek…
Siyaseti daha düzeyli bir şekilde, birbirimizi kırmadan takip etsek ve yaşasak daha güzel olur.
Sonuçta, bizi yönetecek olan insanlar, bize hizmet etmeli. Ama maalesef  biz, seçtiklerimize hizmet etme meraklısıyız.
Körü körüne bir patiye ve lidere bağlanmak yerine, bizi en iyi şekilde yönetecek partileri ve siyasileri arayıp bulmak daha yararlı olacaktır.

Bülent Ersoy’u savunmaya çalışırken pişman olup, ‘Hilkat garibesi adam’ diye eleştiren Hollandalı gazeteci Alexander Münninghoff öldü

Tesadüf olacak ama, son bir ay içinde tanımadığınız üç Hollandalı’nın ölüm haberlerini yazmak mecburiyetinde kaldım.

Birici haber, şarkıcı ve kabare sanatçısı Liesbeth Lits’in ölüm haberi idi. Bu haberi sizlere duyurmamın nedeni, Hollandalı sanatçının, Lütfi Livaneli’nin ‘Yiğidim aslanım burda yatıyor’ şarkısını Türkçe ve Hollandaca icra etmiş olmasına dayanıyor.

İkinci haber, süpermarket zinciri Van der Broek’un kurucusu 96 yaşındaki Dirk’in ölüm haberiydi. Bu haberi yazış nedenim de, bu başarılı iş adamının yaşamının, Mersinli hemşehrim Yunus Acır’ın yaşam öyküsüne benzer olmasına dayanıyor. Biri at arbası ile diğeri ise eşek arabası ile iş hayatına atılmışlardı.

Üçüncü ve bugünkü haber, Hollandalı gazeteci Alexander Münninghoff’un ölüm haberidir.
Bu haberi neden yazdığımın nedeni de, Bülent Ersoy’a dayanıyor.
Önce kısaca ölüm haberi:
1944 yılında Polonya’nın Poznan kentinde doğdu. Babası Nazi esiri iken annesi ile birlikte Hollanda’ya göç etti. Eğitimini Hollanda’da tamamlayan Munninghoff, 1974 yılında gezgin gazeteciliğe başladı. Lübnan, Kamboçya, İran, Irak, El Salvador, eski Yugoslavya ve Türkiye’de çalışmalar yaptı. Türkiye’deki çalışmalarından sonra yayınladığı seri bir röportaj nedeniyle,  Paris’teki bir yarışmada ‘Günlük gazete muhabirliği’ ödülünü kazandı. Alexander Münninghoff’un başarıları arasında, Sovyetler Birliği ordusunun,  1988 yılında SS-20 roketlerini Avrupa’dan çekiş haberiydi. Münninghoff Moskova’da 5 yıl muhabirlik yapmıştı.
İşte bu Münninghoff, geçtiğimiz hafta sonu kanser tedavisi gördüğü hastanede 76 yaşında vefat etti.

Münninghoff’un ölümünü sizlere haber olarak duyuruşumun nedeni, 1983 yılında Bülent Ersoy ile aralarında geçen bir olaya dayanıyor.
Bülent Ersoy’un annesini kaybettiği aynı gün Münninghoff’un ölümü de bir tesadüf olmalıdır.

Bülent Ersoy’un acısını paylaşması için birkaç gün beklettiğim eski anıları şimdi sizlere sunuyorum.

Önce, sadece Münninghoff konusunu sunuyorum. Daha sonra da eski haberin geneline bakabilirsiniz.
Hollanda’nın en ünlü gazetecilerinden Alexander Münninghoff, 1983 yılında organize ettiğim bir konser sırasında, Bülent Ersoy’un Türkiye’deki sahne yasağına çok şaşırmış ve bu konuda bir röportaj yapmak istemişti. Teklifi ilettiğim Bülent Ersoy bunu kabul etmedi. Münninghoff buna rağmen konsere geldi ve bana soyunma odasına girmek istediğini söyledi. “Gitme, seni papucu ile döver”diye uyardım. Ama o israr etti. Sonunda ben ondan önce odaya girdim ve gelmesini bekledim. Kapıyı aralayıp bakan Munninghof için, “Kim bu” diye soran Ersoy’a, “Seninle konuşmak isteyen gazeteci” deyince, küplere bindi. ”Ne soracaksın lan?” diye kükredi. ”Oranı niye kestin, buranı niye ekledin diye mi soracaksın? Ben senin karın niye şöyle böyle yapıyor diye sorsam iyi mi?” diye azarladığı Munninghof’a bunları tercüme edince, “Çok ilginç” dedi ve notlarını aldı.

Ertesi gün Hollanda’nın en ciddi gazetesi NRC Handelsblad’ta, Bülent Ersoy için “Bir hilkat garibesi adam” başlıklı bir haber yayınlandı.
Bu haber ile birlikte diğer gelişmeleri de takip eden İstanbul Valiliği, Bülent Ersoy’un sahneye çıkma affını geri aldı ve tekrar yasak koydu.
Bu konudaki genel durumu anlatabilmek için sizlere iki eski haberimi sunuyorum:

*****

Aykut Işıklar ile gazinocu yazar Sacit Aslan’ın sütunlarında yayınladıkları haberim.

Bülent Ersoy gerçeği…

Tarih: 1 Mart 2008 Cumartesi

Hürriyet Gazetesi’nin yıllarca Hollanda temsilcisi olan İlhan Karaçay’ı Avrupa’daki tüm Türk gazetecileri iyi tanır. Çünkü hepsinin ağabeyidir. Ancak Karaçay’ı eski şarkıcılar da tanır. Çünkü Hollanda’da en büyük konserleri organize eden kişidir.
Karaçay son gelişmeler karşısında dayanamayıp bize uzun bir mektup göndermiş. Daha doğruu Ersoy’u iyi tanımanız için yazmış. Tek kelime ilave etmiyorum, çıkarmıyorum da.

İlhan Karaçay’ın yazdığı ‘Bülent Ersoy gerçeği’ yazsısı sanki belgesel gibi.
Hadi hep birlikte okuyalım.

‘1983 yılının nisan ayı idi. Eşim ile birlikte Frankfurt’a gitmiş ve o zaman çalıştığım Hürriyet bürosuna uğramıştım. O sırada Londra’dan Faruk Zapçı telefon etmişti. Ben de bir ‘merhaba’ demek için telefonu aldım. Gezide olduğumu duyan Faruk, “Londra’ya gel. Bülent Ersoy da burada. Birlikte konserine gideriz. Belki sen de bir konser organizasyonu yaparsın” deyince, hiç düşünmeden ‘geliyoruz’ dedim.
O zamanlar ben, Türkiye’den getirdiğim sanatçılar ile Hollanda’da konserler organize ediyordum. Hatta Beyaz Kelebekler grubunun “Sen Gidince Bak Neler Oldu” şarkısını plak yapıp televizyonlardaki Top Pop programlarına çıkarmıştım. O sırada Frankfurt bürosunda bulunan İsviçre muhabirimiz Erdinç Ispartalı, Londra’ya gideceğimi, Bülent Ersoy ile belki de bir konser anlaşması yapacağımı duyunca, “Sakın ha !” diye bağırdı. Erdinç, bir süre önce İsviçre’de konser veren Bülent Ersoy’un büyük rezaletler çıkardığını, evlerinde kaldığı aileye bile adeta işkence yaptığını anlatarak beni uyarmıştı.

Eşim ile birlikte Frankfurt’tan otomobille Hollanda’nın Hoek van Holland limanına geldik ve buradan feribot ile İngiltere’ye geçtik. Bülent  Ersoy’un Londra Palladium Salonu’ndaki konserine gittik. Ersoy’un kadrosunda Müzeyyen Senar da vardı. Bülent Ersoy’un, Müzeyyen Senar ekolünü taklit ettiği ve hatta bu ünlü sanatçıdan ders bile aldığı söylenir. Buna rağmen, kendisinden önce sahneye çıkan ve çok alkış aldığı için programını uzatan Müzeyyen Senar’a çok kızan Ersoy’un, “Yeter be, indirin şu kadını sahneden” dediğini ben şahsen kuliste duymuştum. Bu vefasızlık örneğinden sonra sahneye çıkan Bülent Ersoy’un, program sırasında yere çöküp uzun havalar ve mayalar okumasına kızan dinleyicilerden bazıları, “Yeter be, buraya ağlamaya gelmedik” şeklindeki protestoları, çok kaba karşılık bulmuştu.

Dostum Faruk Zapçı, Bülent Ersoy ile göüşmem için bir gün sonrası için randevu almıştı. Bülent Ersoy’un o zaman iki sevgilisi vardı. Biri Türk, diğeri de İranlı. Londra’da İranlı sevgilisinin evinde kalıyordu. Faruk Zapçı ve eşim ile birlikte İranlı’nın evine gittiğimiz zaman, gördüğümüz manzara karşısında çok şaşırmıştık. Üzerinde resmen basit bir entari olan Ersoy pejmürde bir vaziyette bizi karşıladı.

Korkmuştum ama kafaya koymuştum bir kere… O’nunla anlaşmak mecburiyeti hissettim. İleride, iftiraya uğramamak için her şeyi detaylı yazmak durumundayım.
Bülent Ersoy ile 3 konser için 150 bin guldene anlaşmıştım. Mayıs ayındaki konserler Brüksel, Amsterdam ve Rotterdam’da olacaktı.

Konserlere hazırlık yaptığım için, Ersoy’un Köln’de verdiği konseri de inceledim. Köln konserindeki ekipte Beyaz Kelebekler de vardı. Soyunma odasında birlikte olduğum Bülent Ersoy, kendisi için getirilen kuaförleri beğenmediğı için ardı ardına kovuyordu. Konser sırasında genç dinleyiciler ile yaptığı münakaşa, konser sonrasında gittiğimiz lokantadaki ‘aykırı’ tavırları ile nefret topluyordu. Bülent Ersoy, Beyaz kelebekler grubundan bir gence ilgi duyuyordu. O genç yanında oturmazsa yemeğe başlamayacaktı.

Sonuçta Hollanda ve Belçika konser günleri geldi çattı. İlk konserimiz cumartesi akşamı Bruksel’de idi. Avans verdiğim ve her konserin parasını, konser öncesi vermeyi taahhüt ettiğim Bülent Ersoy, 5 bin gulden eksiği bile kabul etmedi ve parasını tam almadan sahneye çıkmadı. Sorun, seyirci azlığından kaynaklanmıştı. Ermeniler’in ‘Bomba atacağız’ tehdidi sonrasında konsere gelen az olmuştu. İkinci gün pazardı. Amsterdam’daki konser saat 14.00’te başlayacaktı. Otelde bekleyen Ersoy, paranın tamamı gelmeden salona gitmeyeceğini söylüyordu. Ersoy’a banka hesaplarımı gösterdim. “Bugün pazar, bankalar kapalı, müşteri de az.. Yarın bankadan çeker öderim” dedim ama işe yaramadı. Kendisine, ‘Hürriyet Reklam Bürosu’ adlı firmamın çeklerinden verdim ama yine kabul etmedi. Otelinde kaldığı rahmetli Yüksel Kazancı “Ben kefilim”dedi ve çok değerli pırlantalarını uzattı, yine olmadı. Otelden salona gittim ve kasadaki paraları topladım. Daha sonra birkaç dosttan para topladım ve götürdüm. Bület Ersoy sahneye çıktığı zaman saat 16.00 olmuştu. İnanın sadece 6 şarkı söyledi ve sahneden indi. Bunun üzerine halk kendisini protesto etti.

Akşamki son konser Rotterdam’da idi. Konserin parasını almadan Rotterdam’a gitmeyeceğini söyleyen Ersoy’a, “Sen gel, orada paranı almazsan sahneye çıkma’’ dedik. Rotterdam’da durum farklı değildi. 2000 kişi beklerken 500 kişi geldi. Kasada ne varsa topladık ama yetmedi. Bülent Ersoy, bir gün sonra bankaların açılmasıyla yapılacak ödemeyi kabul etmiyor ve sahneye çıkmıyordu. Konsere gelen dostlarım, Refik Selahiye ve rahmetli Nazmı Aksoy’dan para istedim. Nazmi, evine gitti ve 10 bin gulden getirdi. Evi 80 km. uzakta olan Refik Selahiye de gitti ve 10 bin gulden getirdi.

Burada çok önemli bir noktaya da parmak basmak istiyorum.

Hollanda’nın en ünlü gazetecilerinden Alexander Münninghoff, 1983 yılında organize ettiğim bir konser sırasında, Bülent Ersoy’un Türkiye’deki sahne yasağına çok şaşırmış ve bu konuda bir röportaj yapmak istemişti. Teklifi ilettiğim Bülent Ersoy bunu kabul etmedi. Münninghoff buna rağmen konsere geldi ve bana soyunma odasına girmek istediğini söyledi. “Gitme, seni papucu ile döver”diye uyardım. Ama o israr etti. Sonunda ben ondan önce odaya girdim ve gelmesini bekledim. Kapıyı aralayıp bakan Munninghof için, “Kim bu” diye soran Ersoy’a, “Seninle konuşmak isteyen gazeteci” deyince, küplere bindi. ”Ne soracaksın lan?” diye kükredi. ”Oranı niye kestin, buranı niye ekledin diye mi soracaksın? Ben senin karın niye şöyle böyle yapıyor diye sorsam iyi mi?” diye azarladığı Munninghof’a bunları tercüme edince, “Çok ilginç” dedi ve notlarını aldı.

Ertesi gün Hollanda’nın en ciddi gazetesi NRC Handelsblad’ta, Bülent Ersoy için “Bir hilkat garibesi adam” başlıklı bir haber yayınlandı.
Bu haber ile birlikte diğer gelişmeleri de takip eden İstanbul Valiliği, Bülent Ersoy’un sahneye çıkma affını geri aldı ve tekrar yasak koydu.
Rotterdam konserimizin saat 24.00’te sona ermesi gerekiyordu. Büyükelçiler, Başkonsoloslar, Dışişleri Bakanlığı Vize Dairesi Başkanı ve eşi gibi seçkin davetlilerin bulunduğu konserin uzamaması için ricada bulunduğum Bülent Ersoy, bana sırf  5 bin gulden ceza ödetmek için konseri uzattı da uzattı. Saatin dolmasına 5 dakika kala, Vize Dairesi Başkanının eşi ile oturan benim eşime gül yaprakları atarak, “Nasıl, bir elbise daha değiştireyim mi?” diyen Bülent Ersoy, soyunma odasından döndüğü zaman saat 00.10 olmuştu. Birkaç şarkı söyledikten sonra benim önüme gelip, “Ne dersiniz, bir elbise daha değiştireyim mi?” diye sordu ve yeniden soyunma odasına gitti. O kadar kızmıştım ki, arkasından gitmek isteyişime  dostlar engel oldu. Konser de böylece saat 00.35’te tamamlandı. Bu nedenle ben de salon için 5 bin gulden ekstra ödemek mecburiyetinde kaldım.

Bülent Ersoy, bu konserde de gençlere sataşmış ve onlarla ağız dalaşına girmişti. Bunun üzerine gençler, konser sonrasında Bülent Ersoy’u getiren otomobilin lastiklerini patlatmışlardı.

O günlerde Hollanda’daki bir konferansa katılmak için gelen Oktay Ekşi, Necati Zincirkıran, Hasan Cemal, Mehmet Barlas ve Nazlı Ilıcak ile de meşgul oluyordum. Bu ünlü yazarlar, Bülent Ersoy konserine davetimi (Aman şeytan görsün yüzünü mealinden) nazikçe kabul etmemişlerdi.
Bir gün sonra bu dostlarla Amsterdam’da dolaşıyorduk. Necati Zincirkıran, Amerika’daki oğluna para havale etmek istedi. Bunun üzerine bir bankaya girdik. Tesadüf ya, aynı bankaya Bülent Ersoy da girmez mi? Beraberinde rahmetli Yüksel Kazancı olduğu halde bankaya giren Bülent Ersoy’a sırt çeviren bu ünlü yazarlar şuna şahit oldular:
Benim gulden olarak anlaşma yaptığım Bülent Ersoy, aldığı paraları Alman Markı’na çevirince, kendi hesabına göre 1.120 Mark eksik olmuş.  ‘Verdiğin para eksik çıktı’ dedi. Kur kaybından doğan 1.120 Markı benim sorumluluğum olmadığı halde, ismime halel gelmemesi için orada ödedim. Tesadüf ki, cebimde mark olarak 1.100 vardı. Onu verdim ve “Bir dakika” diyerek, vezneden 20 mark daha aldım ve verdim.

Bülent Ersoy’un konserler öncesinde onuruna verdiğim bir yemek vardı ki, dillere destan. Beyefendi (pardon, hanımefendi) için Türkiye Restaurant’ta toplanmıştık. Yemek masasında O’na ayırdığımız yerin karşısına eşimi oturtmuş, ben de yanındaki sandalyeyi ayırmıştım. Ama hanımafendi bir türlü gelmiyordu. Neden sonra geldi ve yanıma oturdu. Ne bana ve ne de eşime tek kelime bile söylememe nezaketsizliğini gösterdi. Yemek boyunca birşey yemedi. Meyve ikramını da kabul etmedi. Bir süre sonra mecburen, “Kalkalım mı?” diye sorduğum zaman “E herhalde” diye çok kaba bir karşılık verdi ve hepimizden önce dışarı fırladı.

Dışarı çıktığım zaman bağırıyordu Bülent Ersoy. ”Ne varmış bu lokantada” diye aşağılıyordu. Sonradan öğrendim ki, hanımefendi bana ulaşmayan bir mesaj göndermiş.  İki gün içinde  aşık olduğu bir darbukacının çalıştığı küçük bir lokantaya gitmeyi istemiş. Bu mesaj bana ulaşmadığı için Türkiye lokantasına gitmiştik.
Bülent Ersoy’un nefret uyandıran bu hareketlerini anlatan röportajımı Hürriyet’e göndermiştim. Bu röportaj Hafta Sonu gazetesinde, ‘Bülent Ersoy’un Avrupa utanç raporu’ başlığı ile  tam sayfa yayınlanınca,  İstanbul Valiliği (Sıkı Yönetim Komutanı), “Bu kişi adam olmaz” deyip, kaldırılan sahne yasağını yeniden koydu.

Bülent Ersoy, benim ve Hafta Sonu’nun aleyhine açtığı 10’ar milyon liralık davadan sonradan vazgeçmek mecburiyetinde kaldı. Nede olsa medyaya ihtiyacı vardı.

Bu olayların hemen akabinde, Amerika yolculuğu sırasında Amsterdam’da ağırladığım Zeki Müren’e, “Bülent Ersoy buradaydı” dediğim zaman,  rahmetli Müren, “Lütfen İlhan’cığım, bu kişinin adını duymak istemiyorum” demişti. Aralarındaki bu sevgisizliğe rağmen Zeki Müren öldüğü zaman, gösteriş yapmak için cenaze törenine ilk koşan da Bülent Ersoy oldu.

Benimle tanıştıktan sonra, Türkiye’de gördüğü her Hollandalı Türk’e “İlhan Karaçay’a selamımı söyleyin” diyen vefalı Zeki Müren unutulamaz.
Ya Bülent Ersoy mu?
O’nu son defa NTV’nin açılış töreninde görmüştüm. Mustafa Denizli ve rahmetli Kenan Onuk ile ön sırada oturuyordum. Arkamdaki sıraya baktığım zaman Bülent Ersoy ile göz göze geldim.  Bir kelime bile söylemedi . Tabiiki ben de !!!

Bülent Ersoy’un , Deniz Baykal hakkında söyledikleri tartışılıyor. Ama aslında O, kaldırılmış olan sahne yasağını kendi hataları nedeniyle yeniden koydurdu.

SORUYORUM, BÜLENT ERSOY İÇİN ‘DİVA’ YAZANLAR UTANMIYORLAR MI?

Hollandalı gazeteci Alexader Münninghoff’un deyimi ile bir hilkat garibesi olduğu iddia edilen bir insandan şu anda daha fazla bahsetmek istemiyorum. O’nun için değerli meslektaşım Yüksel Aytuğ aşağıdaki yorumu yazmış. Ben de 10 yıl önce bir yorum yazmıştım. Benden önce de Tolga Tanış bir şeyler yazmıştı. Sanırım bu üç yorumu uzun uzun okuyunca, hem hilkat garibelerini, hem  şov dünyasının maskaralıklarını ve hem de seyirci kalitesini çok iyi öğrenmiş olacaksınız.
Buyurun, önce Yüksel Aytuğ’un hafta sonundaki yazısına bir göz atalım:
Aslında dudağımın kenarıyla gülüp geçecektim, ‘Sabun köpüğü bir eğlencelik işte, fazla ciddiye almaya değmez’ diyecektim ama ortaya öyle rezil görüntüler, o kadar avam muhabbetler çıktı ki, kalem oynatmadan duramadım.
Yapımcısı muhtemelen, ‘Kavga potansiyeli barındıran iki magazin gülünü deplasmanda ağız dalaşına çıkartayım, yanlarına bir saf melek, bir de güzel kadın iliştireyim, bakalım ne olacak?’ demiş, Show TV yönetimi de buna onay verince ortaya ‘Dünya Güzellerim’ adlı ucube bir yapım çıkmış..

Program, ismini Bülent Ersoy’un sahnede sık sık kullandığı ‘Dünyeaaaa güzellerimmm’ sözünden alıyor. Buradan da anlaşıldığı gibi assolist Bülent Ersoy, diğerleri uvertür… İlk bölüm büyük sansasyon yaratsın diye de Bülent Hanım’ı salmışlar burnu Kaf dağlarındaki Banu Alkan’ın üzerine… Hindistan’daki otelin lobisinde öyle düzeysiz bir ağız dalaşına girdiler ki; mahalle paçozlarının hamamdaki göbek taşında saç saça baş başa yoluşmaları, onların yanında ‘akademik konferans’ kalır. Bu sütunlara taşımakta güçlük çektiğim kavganın içinde hangi sözler yoktu ki! Bülent Ersoy, Banu Alkan’a “Sen psikopatsın, üstelik hadsizsin” diye yüklendi. “Hasta insan öyle her şeyi löp löp götürmez” deyince Banu Alkan ilginç bir ispat yöntemi kullandı:
“Ay valla ishalimin fotoğrafını çektim, sen inanmazsın diye…”
Kavganın dozunun giderek arttığı dakikalarda ise Bülent Ersoy son bombayı patlattı: “Altıma yapan ben değilim. Odana girilmiyormuş b.k kokusundan…”
Bu arada ‘melek’ misyonunu üstlenen Safiye Soyman ne yapacağını bilemez halde ara bulmaya çalışırken; program ismini azıcık hak etsin diye kafileye eklenen Burcu Esmersoy, yolculuğun başından beri takındığı ‘Nereden düştüm buraya?‘ bakışları eşliğinde alt dudağını ısırıp duruyordu.

Diğer yandan görgüsüzlük de diz boyuydu. Kafile, seyahate 42 tanesi Bülent Ersoy’a ait olmak üzere 60 küsur bavulla çıktı. Bir de yurt dışı alışverişlerini ekleyin.
Dönüşte havaalanından VIP araçlar yerine damperli kamyonla alınmışlardır herhalde…
Dedim ya, aslında bu kadar kelime israf edeceğimi bile düşünmemiştim.
Ama kanıma çok dokundu. Ne mi? Türkiye’de insanları eğlendirmenin en kestirme yolu olarak ‘televizyon şovu’ adı altında ünlülerin birbirlerine hakaretler yağdırıp aşağılamalarının ‘programlanması’.
Peki program izlendi mi?
Bal gibi de izlendi. Peki bunun adı televizyonculuk mudur? Gerçek işi porno yıldızlığı olan çıplak kadınların yaptığı çamur güreşi ne kadar olimpik spor ise bu da o kadar televizyon programıdır.
Bir de neye üzüldüm biliyor musunuz? Programın ana sponsorunun, çocuklarımızı üniversite sınavlarına hazırlayan kitapları basan bir yayınevi olmasına…
Onca kültürsanat programı, sponsor bulamadığı için ekrana gelemezken hem de…

Meslektaşım Tolga Tanış, O’nu şöyle tanımlamış: ‘Lirik bir olaydır Bülent Ersoy.’

Lirik bir olaydır Bülent Ersoy

Tolga TANIŞ

 Kalın dudaklarını öne uzatıp, bir yandan sağ elini yumruk yapmış göğsüne sertçe vururken, ablanız size kurban olsun diye gelenleri bağrına basacakmış gibi halleri de vaki. Karşısındakine kızmış, yanağındaki beni titrete titrete, çatallaşmış sesiyle fırça kaydığı da.

Gazinoda havası en tepeye ulaştığında arkasındaki orkestraya dönüp, kudur, diye bağırırken şaşırmayın. Sefam olsun diye elindeki rakı kadehini bir dikişte fondip edip yere atarken, parmağındaki pırlanta tek taş fırlayınca, bulmaları için etraftaki garsonlara küfürler savurduğunda da öyle. Zira sanki bir şeylerden gocunuyormuş gibi en cafcaflı abiyelere bürünüp, en süslü mücevherlerle dolaşan Bülent Ersoy’un hayatı işte biraz da bu çelişkilerdir. Onunki, Müzeyyen Senar ekolü tok sesli yeni yetme oğlanın, Zeki Müren ile kapışa kapışa büyüttüğü cinsiyetsiz şahsiyeti, çapkın kadına dönüştürme öyküsüdür. Hepsi bir yana, sadece müziğinin değil, siyasetinin, hukukunun, toplumsal değerlerinin en keskin virajlarında bu ülkenin trafik levhası gibidir. Sert bir dönüş var, dikkat! İster şöhret için diyecek kadar katı, ister ekmek parası için diyecek kadar naif, ister kendini bulması için diyecek kadar romantik olun; ayrıca, kozasından çıktığı dönemde her halükarda epey bir ıstırap vardır. Cemal Süreya’nın dediği gibi; lirik bir olaydır Bülent Ersoy olayı, hatta kendi içinde destansı bir yanı da yok değildir.
Hastanede doğar. 1952’de İstanbul Üsküdar’daki Zeynep Kamil’de. 9 Haziran’daki doğumundan sonra çıkartılan mavi nüfus kağıdında ad hanesinde Bülent, soyadı kısmında Erkoç yazılıdır.
Annesi Necla Hanım, Bülent’i doğurduğunda daha 16 yaşındadır. Ailesinde herkes bankacıdır. Babası bir bankanın muhasebe sorumlusu, annesi aynı bankanın memuru, dedesi de o bankanın hissedarları arasındadır. Yıllar sonra verdiği bir röportajda, musiki merakını, kanun çalan dedesi ve udi babaannesine bağlayacaktır. Hatta bu sayede daha üç yaşında, 40 yıllık usta gibi musiki okuyabildiğini söyleyecektir.
O yıllarda ailece Altıyol’daki Erkoç Apartmanı’nda oturmaktadırlar. Daha sonra Göztepe’ye yerleşirler. Bülent Ersoy’un da seneler boyunca ayrılmayacağı semte.
İlkokul, ortaokul hep Yeldeğirmeni semtinde geçer. Bankacı aile fertleri yüzünden, 1966’da Haydarpaşa Ticaret Lisesi’ne başlar. O yıllar musiki ilgisi, terennümlerle ufak ufak kendini gösteriyordur ama iş daha ciddileşmemiştir. Asıl hikaye, liseye girdiği aynı yıl Kadıköy Musiki Derneği’nin kurucusu udi Rıdvan Aytan ve geçtiğimiz aylarda ölen ünlü bestekár Melahat Pars’tan dersler almasıyla başlar. Ailenin de bunda teşviki vardır.
Üniversiteyi kazanamaz. Bir ahbapları kanalıyla, İstanbul Belediye Konservatuvarı’na girer. Klasik Türk Musikisi şan bölümüne. Bir yandan konservatuvar bir yandan musiki cemiyeti, artık kendini tamamen müziğe vermiştir. Ve müzikle gelecek şöhretin hayaline…
NİŞANLISI OLAN KIZ İLE VAPURDAYDI
‘Bir gün vapurda gördüm. O zamanlar daha genç bir delikanlıydı. Bir hanımla beraberdi. Nişanlısı. Ama makyajlıydı da. Boynuna fularını bağlamıştı. Elimdeki gazeteyi görünce, ‘Acaba, Bülent’imden bahsediyor mu gazete?’ diye sordu nişanlısı hanım. ‘Bülent’iniz sanatçı mı?’ diye sordum ben de: Evet, Kadıköy Musiki Cemiyeti’nde. Şimdi de Saray Sineması’ndaki konserden dönüyoruz.’
Gazeteci Hulki İlgün, Bülent’i gördüğünde daha 70’lerin başıdır. Konservatuvara artık hiç uğramadığı, cemiyette Melahat Pars’ın yardımıyla keşfedilmeye çalıştığı yıllar. Fena da değildir gerçi durum. Onun sayesinde bir plak anlaşması bile yapmıştır. Ama hayatındaki asıl milat, 1974’tür. Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan ve Müzeyyen Senar’la tanıştığı yıl.
‘Fahrettin Aslan’a uğramıştım. Yeni birini Bebek Maksim’de sahneye çıkartacağım, bir dinle, dedi. Önem vermediğim için yüzümü bile dönmemiştim. Ama baktım biri beste okuyor, aksak okuyor, maya söylüyor. Çok iyi. Bir süre sonra onu hatırladım. Evvelden bir arkadaşımın ricasıyla evime gelmişti. Doldurduğu bir plağını dinletmişti. Pırıl pırıl bir sesi vardı. Fahrettin’e döndüm, hemen al, bu çocuk çok başarılı olacak, dedim. Biraz sonra yanıma gelerek elimi öptü. ‘Şimdi adım Bülent Ersoy efendim’ dedi.’
Senar, 2 yıl önce Set Üstü’ndeki evinde de gördüğünde çok beğenmiştir Bülent’in sesini. Hatta o zaman bir nasihatte de bulunmuştur. 25 yıl önce Zeki Müren’e söylediği şeylerin aynısıdır: ‘Seni dinlerken acaba ben mi söylüyorum diye tereddüde düştüm, Mutlaka kendi üslubunu bulmalısın.’
Daha sonra Cemal Süreya da o dönemin şarkıcılarını anlatırken, şöyle yazacaktır: ‘Son kırk-elli yıllık evre içinde tek doğurgan ses Müzeyyen Senar’dır. Zeki Müren onun parıltılı çocuğu, Behiye Aksoy hayırsız kızıdır. Bülent Ersoy’a gelince, ona da Müzeyyen Senar’ın mafya ile birleşmesinden doğmuş, gizlice ama özenle büyütülmüş yasadışı çocuğudur diyebiliriz.’
ZEKİ MÜREN PES ETTİ
O dönemki yeraltı dünyası-gazino ilişkilerinde Mehmet Nabi İnciler’den (İnci Baba) Nurettin Güven’e etrafı babalardan yana hiç eksik olmaz gerçekten de. Arkası sağlamdır. Ama bütün duruşunu etkileyecek, belki de onu bıçak altına yatma kararına kadar götürecek asıl olay Zeki Müren meselesidir. Ve Paşa’nın etkisinin yadsınamayacağı cinsellik öyküsü…
‘Daha çocuk yaşlarda annem evden gidince annemin elbiselerini giyer, makyaj yapıp, elime de bir sigara alarak ayna karşısında kadınsı pozlar verirdim’ diyor ama bir dönem bir kıza nişan yüzüğü takmışlığı da var. Tanburi Sadun Aksüt’ün 2000 yılında çıkan ‘‘Alkışlarla Geçen Yıllar’’ kitabına göre ise, Bülent’in eşcinselliği gençliğinde ders aldığı udi Rıdvan Aytan’a uzanıyor.
Nasıl olduğu ya da nasıl doğduğu tartışılır. Ama bu yönüyle o dönem 28 cm’lik apartman topuklarla Çankaya’da cumhurbaşkanlığı davetine katılan, etekle sahne tozu atan Zeki Müren’i fazlasıyla andırdığı muhakkak. Tabii bir farkla. Ondan hem daha genç hem de daha gözü karadır. Eşcinselliğini çok daha açık yaşayacak kadar. Yarışamayacağını anlayan Müren’i ‘Ben göğsümü gere gere ortaya çıkarım, o nasıl yapacak?’ diye erkek ağzıyla konuşturacak kadar. Hatta, ‘Zeki Müren ve ben bu ülkenin iki neferiyiz’ diye şirinlik yapmaya çalıştığında, Paşa’ya, ‘Ben askerliğimi yedek subay olarak yaptım, o kendi adına konuşsun…’ dedirtip, artık bu alanda teslim bayrağını çektirtecek kadar…
Ece Ayhan demiş bir keresinde, Zeki Müren gençken gerçekten bir kelebekken, Bülent Ersoy da şimdi bir kelebektir. Farkı zaman içinde açar. Daha frapanı, daha efeminesi, daha adamın gözünün içine sokanı… Belki de bu yüzden hiçbir zaman yıldızları barışmaz. Ne Paşa benimser Ersoy’u ne de Paşacılar. Ersoy, bunun kendisi için bir ukde olduğunu yıllar sonra açıklayacaktır: ‘Bugüne kadar beni gazinoya gelip de dinlemeyen tek bir sanatçı vardır. O da otorite kabul ettiğimiz Sayın Zeki Müren Beyefendi’dir. Değerli teşriflerini senelerce bekledim. Ama ne yazık ki gerçekleşmedi. Gerçekleşmeyecek de.’
CUMA NAMAZI VE FONDİP RAKI
Paşa, Bülent Ersoy’u izlemeyi reddetse de, 70’lerin sonunda artık eğlence aleminde Bülent Ersoy vardır. Cuma namazı kılan, eşcinsel olduğunu bağıran; abdestsiz sahneye çıkmayan, rakıyı fondip içen; sahnede kibar kibar konuşan, sinirlenince dümdüz giden delikanlı artık kendini kabul ettirmiştir. Bütün meraklı kadınların kocası, bütün maço erkeklerin karısı gibidir.
İş orada kalmaz ama. Sahnesindeki pornografi gittikçe yükselmektedir. 1980 yılının eylül ayında ilk adli vakasını yaşar. İzmir Fuarı’nda sahnedeyken ‘aç, aç’ tezahüratları arasında seyircilere hormonlarla şişirilmiş memelerini gösterince, İzmir Savcılığı, ar ve adaba aykırı haraket etmekten kovuşturma başlatır. O olaydan sonra sahne yasağı aldığı güne kadar ‘aç, aç’ tezhüratı yapılmayan programı olmaz. Ama işler hiç de umduğu gibi gitmeyecektir. Olaydan tam bir hafta sonra askeri darbe olur. 12 Eylül dönemi başlamıştır.
Ortada sıkıyönetim var. Memleket diken üstünde. Biraz durulmak lazım derken, ilkinin üzerinden iki hafta geçmeden Bülent Ersoy yine karakolluk olur. Bu sefer hakime hakaretten yargılanmıştır ve tutuklanmasına karar verilir. 19 Eylül günü, Buca Bölge Cezaevi’ndeki 48 günlük hapisliği başlar. Erkeklerle de yatmaz, kadınlarla da. Özel bir bölümde tutulur. Duruşma hakimi daha sonra Cumhuriyet Başsavcılığı da yapacak olan Sabih Kanadoğlu’dur ve karar duruşmasında Ersoy’a Türk filmlerindeki babacan hakimler gibi konuşur: ‘Aklını başına topla, bu senin için bir şanstır.’
12 Eylül, hem yaptıkları hem de ilişkilerinden ötürü iyice sıkıştırmıştır ve artık bir karar vermesi gerekmektedir. Ya sahnede çekiciliğini yitirme pahasına kendine çeki-düzen verecek ya da bambaşka bir kimlik yaratacaktır. 1981’de ‘Neden kadın oldum’ adıyla Hürriyet’te yayınlanan yazı dizisinde ameliyat kararını nasıl verdiğini anlatır: ‘Benim için erkek olarak yaşamanın imkansız olduğunu, homoseksüel olarak yaşamanın da imkansız olduğunu anladım. Ayrıca homoseksüelliğin de bizim toplumumuzun görüşlerine ters düştüğü fikri ağır basınca ameliyata kesin karar verdim. Hapisteki günlerimde bundan emin oldum.’

YARI TIBBİ YARI HUKUKİ BİR VAKA
Ameliyat Londra’da gerçekleşir. 1981 yılının 14 Nisan’ında. O güne kadar Türkiye’de böyle bir şey ilk defa yaşandığından, herkes bunu konuşmaktadır. Türk halkı vajina estetiğinden, kadınlık hormonuna kadar hiç duymadığı terimler okumaya başlar. Ameliyat detayları bir yana asıl kıyamet daha ‘soyut’ bir konudadır: Şimdi Bülent Ersoy kadın mıdır, erkek midir?

Psikolog, sosyolog, jinekolog, politolog kim var kim yok fikrini söylemeye başlar. Herkesin kendine göre bir ele alış tarzı vardır. Bülent Ersoy, o dönem hiçbir cinsiyete ait olmayan, y kromozomu ile suni vajina arasında sıkışmış, yarı tıbbi yarı hukuki bir vakaya dönüşmüştür. İnsani yönü bir tarafa uzun süre de böyle kalacaktır. Hayatında karşılaşacağı diğer değişiklikler ise bunun yanında teferruattır. Artık cuma namazlarına gidemeyecek olması ya da ameliyattan önce jön prömiye olarak Gülşen Bubikoğlu, Fatma Girik gibi yıldızlarla oynarken sonraki filmlerinde jön dam olduğundan ikinci sınıf aktörlerle yetinmek zorunda kalacak olması gibi.
Ameliyatın ardından avukatları mahkemeye başvurur ve Ersoy’un hem cinsiyetini hem de soyadını (Erkoç iken resmen Ersoy olur) değiştirirler. Ellerindeki rapor her şeyi açık açık yazmıştır. Devlete Ersoy’un sakallarının çıkmadığını, memelerinin büyük olduğunu ve 14 cm derinliğinde bir vajinaya sahip olduğunu bildirmektedir.
Sonrası malum, İstanbul Valiliği pek öyle düşünmez. Genel ahlak kurallarına aykırı bulunur, mahkemenin kadınlık kararından 8 gün sonra, 13 Haziran 1981’de sahne yasağı yer. Sonra Yargıtay kadınlık kararı alan mahkemenin kararını da bozar, muayeneler, mahkemeler, itirazlar, tekrar muayeneler, mahkemeler derken sahneye çıkmasına bir türlü müsaade edilmez. O dönem sadece kaset yapar, yurtdışı konserlerine gider. Parasız kaldığı olur, mücevherlerini satar, intihara teşebbüs eder, yardım edecek adam arar, kurtarabilir mi diye Deniz Baykal ile konuşur, ama bir türlü olmaz. En sonunda Turgut Özal kurtarır ve 14 Şubat 1988’de arkada Semra Özal’ın yolladığı dev bir çiçek önünde 7 yıl aradan sonra tekrar sahneye çıkar. Bu arada her şarkı arasında ellerini açıp ‘Allahıma şükürler olsun’ diye dua etmektedir.
Bülent Ersoy’un o dönem neden yasaklı olduğu çok tartışılır. Kimine göre Fahrettin Aslan kendi gazinosuna çıkmadı diye böyle bir karar aldırmıştır. Kimine göre Kenan Evren bizzat istemiştir. 12 Eylül öncesi yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Meclis bir türlü ittifak sağlayamazken, bazı zarflardan Bülent Ersoy ismi çıkması Evren’i o dönem çok sinirlendirmiştir o da intikam almıştır. Ya da yeraltı dünyasına yönelik operasyonlarda Bülent Ersoy da ilişkilerinden dolayı sahnelerden ‘temizlenmesi’ gereken biridir. Ar, ahlak, siyaset, yeraltı dünyası, aslı bilinmez; ama sebep her ne ise o dönem bitip Bülent Ersoy tekrar sahneye ve televizyon ekranına kavuştuğunda bambaşka bir kişiliğe bürünmüştür. Hacimli saçlar, takma kirpikler, hafif taşmış ruj, koyu bir allık, uzun tırnakların üstünde kıpkırmızı oje, dekolteli, işlemeli ağır abiyeler, incecik topuklu pabuçlar, alameti farikası yelpaze ve pırlanta takılarla daha az agresif, daha ölçülü, daha kadın biri olarak çıkmıştır. Paraya boğduğu genç sevgilileriyle boy boy fotoğrafları çıktığında, artık çoğu kimse onunkini eşcinsel bir ilişki olarak değerlendirmeyecektir. ‘Dönmüş’ olması aklın bir kenarında mahfuz kalmak kaydıyla, muzır bir homoseksüelden, zengin ve çapkın bir kadına terfi etmiştir.

İmer Saraçoğlu Koronavirüs’e yenildi

Eşi Beyhan hanım ile birlikte ilk kez çıktıkları gezinti sırasında koronavirüse yakalanan ve 3 nisan günü hayata gözlerini yuman ünlü viyola İmer Saraçoğlu toprağa verildi. Hastanede tedavi görmekte olan Beyhan hanımın durumunun ise iyiye gitmekte olduğu bildirildi.

Eski bir dostum olan ve Amstelveen’deki bahçeli evine ziyaret etmişliğim bulunan Saraçoğlu, CSO ve Concertgebouw Orkestrası eski viyola grubunda yer alıyordu.

İmer Saraçoğlu, Ankara Devlet Konservatuvarı’nı,1957 yılında bitirmiş, bir süre CSO’da viyola grubunda çalışmış, Yücelen Quartet’in de üyesi olmuş, daha sonra 1965 yılında Hollanda Hükümetinin bursuyla Amsterdam Konservatuvarı’ndan Klaas Boon ile uzmanlık çalışmalarını sürdürmüştü.

İmer Saraçoğlu, 1969 yılında Amsterdam Concertgebouw Orkestrası’nın sınavını kazanmış ve 1999 yılında emekli oluncaya kadar 30 yıl süreyle bu orkestranın viyola grubunda çalmıştı. Bilkent Üniversitesi MSSF’nde iki yıl oda müziği dersleri veren İmer Saraçoğlu’nun ölümü, hayranları ve dostlarının yanında, Hollanda müzik dünyasında da üzüntü yarattı.

HOLLANDALILAR’IN NORM VE DEĞERLERİNİ HESABA KATMAYAN BİR ANIM

Hollandalılar için 4 ve 5 mayıs günleri önemli ve anlamlı günlerdir.
5 Mayıs, İkinci Dünya Savaşı sonrasında elde edilen kurtuluş günü olarak kutlanır.
4 Mayıs ise, bu savaş sırasında canlarını kaybeden insanları anma günüdür.
Hollanda’da resmi tatiller dini ve milli bayramların niteliğine göre saptanmıştır.
Milli Bayram olarak sadece 5 Mayıs ve 27 Nisan (eskiden 30 nisan) kutlanır.

5 Mayıs ‘Kurtuluş Günü’, 27 Nisan ise ‘Kral Günü’ olarak kutlanır.
Eskiden Kraliçe Juliana’nın doğum günü 30 nisandı ve ‘Kraliçe Günü’ olarak kutlanırdı. Daha sonra tahta geçen kızı Beatrix bu tarihi değiştirmedi ve kutlamalar 30 nisanda devam etti.
Ne var ki tahtı devralan Kral Willem Alexander aynı duyguyu paylaşmadı ve kendi doğum günü olan 27 nisanı ‘Kral Günü’ olarak seçti.

İlginçtir ki, 5 Mayıs Kurtuluş Günü resmi bir bayram olmasına rağmen, çalışanların parası 5 yılda bir (2020, 2025 gibi) ödenir. Bu konudaki anlaşmalar işveren ve işçi sendikaları arasında değişik şekillerde uygulanıyor.

Bugün Hollanda’da anma törenleri yapılacak. Ama koronavirüs salgını nedeniyle çok kısıtlı bir tören yapılacak. Yarın da Kurtuluş Günü kutlanacak. Tabii ki yine çok kısıtlı bir şekilde.

İçinde yaşadığımız Hollanda’nın norm ve değerlerine saygı duymak bakımından, bizlerin de bu anma ve kutlamalara uymamız gerekir.
Bu konuda benim başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum:
1970’li yılların başlarında, Hollanda’daki yurttaşlarımızın vatan ve müzik sevgisini canlandıracak konserler organize ediyordum.
Dev kadrolu konserlerimden birini Utrecht’teki Jaarbeurs Fuar Salonu’da yapacaktım. Salon programında o zamanki günlerin hepsi doluydu. Bir tek 4 mayıs akşamı boştu. Ben de 4 mayıs akşamını seçtim ve mukaveleyi imzaladım.
Hollanda’da konser etkinliği için polisten izin alma kuralı yoktu ama, polise haber verme kuralı vardı.
Biletlerin hemen hemen tamamı satılmışken polise gitmek aklıma geldi. Durumu belirttiğim polis, Keşke bizim şehitlerimizi anma gününü seçmeseydiniz.’ deyince çok şaşırdım. Gerçekten hiç aklıma gelmemişti bu anma günü. Polis, konserimize bir yasak koyamazdı. Ben de çok üzülmüş ve kızmıştım. ‘Bu geri zekalı saloncular bu durumu bana neden söylemediler ki’ diye isyan ettim ve Hollandalıların norm ve değerlerine saygılı olmak için o konseri iptal ettim. Ertesi gün bu durumu yurttaşlarımıza yayınlarla duyurdum ve konseri 3 hafta sonraya erteledim.