Konuyla ilgili Türkiye’de bağımlılığa karşı çalışmalarıyla ilk akla gelen Moodist Psikiyatri ve Nöroloji Hastanesi Bağımlılık Merkezi Direktörü Prof. Dr. Kültegin Ögel, güncel tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi.
Bağımlılıkta kullanılan tedavi programlarının bireyin ihtiyaçlarına göre farklılaşması ve bireye özgü olmasının önemli olduğunu belirten Ögel tedavideki en önemli konunun ise iyileşme sürecindeki bireylerin her adımda aktif olarak yer almasını sağlamak olduğunu belirtti.
Yeni Tedavi Yöntemi: Enjeksiyon Tedavisi
Son yıllarda bağımlılık tedavisinde “çip” rüzgarı esti. Halk arasında “çip” adı verilen, bilimsel dünyada “implant” olarak adlandırılan ilaç, bağımlılığın tekrarlamasının önlenmesinde önemli bir yere sahipti. Kişi özellikle eroin gibi uyuşturucu maddeleri kullandığında çip takılmasıyla birlikte bu maddelerden etkilenmiyor ve böylece kişi bağımlılığa geri dönmüyordu.
Ancak çipten daha avantajlı olarak gördüğümüz Nalmefen isimli etken maddeye sahip “enjeksiyon” olarak bilinen yeni bir ilaç ülkemize geldi. Bu ilaç, aynı çipte olduğu gibi bedene uyuşturucu girdiğinde etkisini göstermeyerek kişinin bağımlılığa geri dönmesini engelliyor.
Nalmefen, alkol kullanımına yönelik isteği azaltmak adına etkili bir tedavi yöntemidir. Özellikle, alkol bağımlısı kişilerde arındırma tedavisi sonrası alkolü tekrar kullanma sıklığının yaygın olduğu bilinmektedir. Ancak Nalmefen (depo iğne tedavisi) ile hastalar uzun süre temiz kalabilmektedir. Bu nedenle de “Nalmefene enjeksiyon” oldukça önemli bir gelişmedir.
Çipteki Dezavantajları Ortadan Kaldırıyor
Enjeksiyonun en büyük avantajı, çip gibi ciltin altına yerleştirmek gerekmiyor. Çipin takılması için küçük bir ameliyat gerekirken, bu ilaçta buna gerek yok. Bir enjeksiyon yapılması yeterli.
Aynı zamanda, çip için yapılan operasyonlarda, iltihap oluşması, yara iyileşmesinde gecikme gibi sorunlar varken, enjeksiyonda bu sorunlar yaşanmıyor. Hastanın bedeninde izler kalmıyor. Antibiyotik ve benzeri koruyucu ilaçlara gerek kalmıyor.
Etkisi 3 Ay Sürüyor
Bu ilaç aslında yıllardır var olan etkili olduğunu bildiğimiz bir ilaç. İşin yeni tarafı ise bunun bir enjeksiyon formunun üretilmesi. Bu ilaç enjekte edildiğinde 3 ay bedende kalıyor. Bir sefer “iğne” yapılıyor ve etkisi 3 ay devam ediyor.
Farklı Bağımlılıklarda da Sonuç Alınabilir
Nalmefen Consta depo enjeksiyon tedavisi, opioid (eroin, kodein, buprenorfin vs..) engelleyici bir ilaçtır. Nalmefen Consta opioid maddelerin beyinde etki yapmak için bağlandıkları alıcıları bloke eder ve böylece maddenin keyif verici etkilerini engeller.
Nalmefene, fiziksel yoksunluk semptomları olmayan ve acil detoksifikasyona ihtiyaç duymayan, alkol bağımlılığı olan kişiler için de onaylı bir ilaçtır. Nalmefene, alkol içme dürtüsünü azaltmaya yardımcı olmak için beyindeki vericilerin salınımını etkiler ve böylece alkol bağımlıları için alkol alım miktarını azaltır. İlaç tedavisi, özellikle tedaviye uyumu artırmak için tasarlanmış bir biyopsikososyal yaklaşımla mutlaka birleştirilmelidir. Örneğin aile danışmanlığı veya psikoterapi ile birlikte kullanılır.
Avrupa ülkelerinde ve ülkemizde ruhsat alan bu ilacın bağımlılığın tedavisinde önemli bir yeri oluşmuştur. Ancak bütün ilaçlarda olduğu gibi, ilaç doğru zamanda ve doğru yerde Türkiye’de malnütrisyon farkındalığını artırmak için bir araya geliyoruz
Kötü beslenme tüm dünya için önemli bir sorundur. Öyle ki, dünya genelinde 20 milyon insan yetersiz beslenme riski altındadır. Bu nedenle, yetersiz beslenme konusunda farkındalık yaratmayı amaçlayan Klinik Enteral Parenteral Nütrisyon Derneği (KEPAN) ve her yaştan insan için bilime dayalı beslenme ürünleri geliştiren küresel sağlık şirketi Abbott, Dünya Beslenme Günü’nde bir araya gelerek yetersiz beslenmenin multidisipliner bir yaklaşımla mümkün olabileceğinin altını çiziyor.
Aşağıda Türkiye’nin önde gelen sağlık uzmanlarından alınan alıntılarla gelen bilgileri bulabilirsiniz. Bu bilgileri yararlı bulacağınızı umuyor ve değerlendirmenizi rica ediyoruz.
Yetersiz Beslenme, Küresel Bir Engel
Kötü beslenme tüm dünyada önemli bir sorundur. Bugün dünyada yaklaşık 20 milyon insan yetersiz beslenme riski altında yaşıyor. Yetersiz beslenme konusunda farkındalık yaratmayı amaçlayan Klinik Enteral Parenteral Nütrisyon Derneği (KEPAN) ve her yaştan insana yönelik bilime dayalı beslenme ürünleri geliştiren küresel bir sağlık şirketi Abbott, yetersiz beslenmenin multidisipliner bir yaklaşımla çözülebileceğinin altını çiziyor.
Geçtiğimiz yıl Abbott ve KEPAN iş birliğiyle gerçekleştirilen Beslenme Farkındalık Hareketi’ne göre cerrahi kliniklere başvuran hastalarda beslenme ihtiyacı %15 iken bu oran geriatri kliniklerinde %18, nöroloji kliniklerinde %6, radyasyon onkoloji kliniklerinde %25 ve tıbbi onkoloji kliniklerinde %44 olmuştur. Bu nedenle hastalara doğru ve yeterli beslenme desteği verilmesi, tedavinin başarısında büyük önem taşımaktadır.
Aşağıda, bu konuyla ilgili uzmanlarla yapılan röportajlardan birkaç alıntıya ulaşabilirsiniz:
KEPAN Derneği Başkanı Prof. Dr. Osman Abbasoğlu: “Nütrisyonel değerlendirmenin tanı anında olması, rutin takip ve değerlendirmeyle gerektiğinde nütrisyon desteği sağlamanın, tedavi ve yaşam kalitesi üzerine olumlu katkısı çok önemli. Sadece yüzde 5’lik kilo kaybı bile, hastaların tedaviye cevabını ve sağ kalım sürelerini azaltıyor. Dolayısıyla polikliniğe gelen hastalarda erken dönemde beslenme değerlendirmesinin yapılması ve gerekiyorsa besin desteğinin verilmesi gerekiyor.”
Abbott Nütrisyon Genel Müdürü Ebru Kaya: “Yakın zamanda Abbott’un liderliğinde, Amerika Birleşik Devletleri’nde, yaklaşık 80 merkezde, farklı hasta gruplarından (diyabet, kronik kalp hastalığı, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), pnömoni, akut miyokard enfarktüsü) 43 bine yakın vakanın beslenme durumu ve medikal beslenme ürünü kullanımının hastalık üzerine etkisi değerlendirdi. Çalışma sonuçları çok çarpıcıydı. Hastaların sağ kalım oranları artarken, komplikasyonların azaldığı, yoğun bakım ihtiyacı ve hastanede kalış süresinin kısaldığı bilimsel olarak gösterilmiştir. Bugün artık medikal beslenme destek tedavisinin öneminin farkındayız ve özellikle kanser, alzheimer gibi yıkıcı ve ilerleyici hastalıklarda primer tedaviye olan katkısını biliyoruz. Abbott olarak hem hekimlerin hem hastaların hem de hasta yakınlarının bu konuda doğru, güncel, bilimsel bilgilere ulaşmalarını sağlamak ve farkındalıklarını artırmak için bütün gayretimizle çalışıyoruz.”
Kanser hastalarında yetersiz beslenme görülme oranının yatan hastalarda yüzde 50’den daha fazla ve poliklinik hastalarında yaklaşık yüzde 30 dolayında olduğu tahmin ediliyor. Avrupa’daki son araştırmalar da kanserli yetişkin hastalarda yetersiz beslenme sıklığının yüzde 30,9’a, yaşlı nüfusa bakıldığında ise yüzde 83’e kadar çıkabildiğini gösteriyor. Kansere bağlı yetersiz beslenme gelişimi ise kanserli hastaların yüzde 50 ila 80’inde gözleniyor ve kanserli hastaların yüzde 20 ila 40’ında birincil ölüm sebebi olduğu tahmin ediliyor.
Bunlara ek olarak:
Çok sayıda nörolojik hastalığın, bu hastaların beslenme durumu üzerinde derin bir etkisi vardır. İnme, epilepsi, alzheimer, demans, parkinson, MS, ALS, kafa travması ve nöromüsküler hastalıklarda beslenme desteğine ihtiyaç vardır.
Cerrahi hastalarda yetersiz beslenme ve buna bağlı kas ve kilo kaybı sıklıkla gelişebilir.
Yaşlı bireylerin üçte biri yetersiz beslenme riski altındadır.
İnme hastalarının yaklaşık yüzde 90’ı, bilinç kaybı, yutma sorunları, azalan hareketlilik, iletişim sorunları, yorgunluk, depresyon, görsel ve algısal bozukluklar nedeniyle yetersiz beslenme riski altındadır.
Aşağıda, uzmanlarla bu önemli konularla ilgili olarak yapılan röportajlardan alıntılara ulaşabilirsiniz:
Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Şuayib Yalçın: “Türkiye’den farklı disiplinlerden 50 kliniğin katıldığı 3500 hastanın beslenme açısından değerlendirildiği çalışmada, polikliniklere başvuran hastalar arasında beslenme durumu en kötü hasta grubunun onkoloji hastaları olduğu görülmüştür. Erken dönemde değerlendirildiğinde ve desteklendiğinde “beslenme durumunu iyileştirmek” hastalarımızda kanser tedavisini yönetmeye göre çok daha kolayca planlayabileceğimiz ve yönetebileceğimiz bir alan, bu yüzden geç kalmadan tanı ile birlikte hastanın beslenme durumunun değerlendirilmesinin ve desteklenmesinin tedavi başarısını etkileyen çok önemli bir faktör olduğunu unutmayalım.”
Türk Akciğer Kanseri Derneği Başkanı Prof. Dr. Erdem Göker: “Kansere bağlı malnütrisyon tedavi edilmediğinde, daha yüksek tekrarlayan hastane yatış oranları, daha uzun hastanede kalış süresi, kanser tedavisine daha düşük tolerans, daha kötü yaşam kalitesi ve sağ kalımda azalma görülmektedir. Kanserli hastalarda, nütrisyonel desteğin, kemoterapi veya ışın tedavisine ek rutin bir destek yerine, kanser tanısıyla eş-zamanlı olarak tarama-bazlı tespit edilen malnütrisyon veya nütrisyonel risk varlığını takiben uygulanması dünya çapında kabul görmüş bir yaklaşımdır. Meslektaşlarıma, hastalarına kanser tedavisi planlarken, bütüncül bir yaklaşımla değerlendirme yaparak, sadece kanser tedavisi ya da beslenme ihtiyaçları olarak değil, aynı zamanda hastanın kanser yolculuğu boyunca ona eşlik edecek kişi olarak; psikolojik, sosyal ve duygusal açıdan da destek olmalarını ve bu savaşın üstesinden gelebilecekleri konusunda hastalarına rehberlik etmelerinin önemini bir kere daha hatırlatmak isterim.”
KEPAN Radyasyon Onkolojisi Çalışma Grubu Üyesi Dr. Müge Akmansu: “Radyasyon onkolojisi klinikleri, hastaları ayakta gören klinikler olup uzun süreli tedaviler uygularlar. Günümüzde kanser hastalarının %70’den fazlası hem kür amaçlı hem de şikayetlerini gidermek amacıyla kliniklerimize başvuruyorlar. Kliniklerimize gelen tüm hastalarda beslenme durumunun ilk günden itibaren sorgulanması ve besin desteklerine erken dönemde başlanması gerektiğine inanıyoruz. Özellikle radyoterapi ve kemoterapi ile tad duyusunda bozulmalar meydana gelebileceği için, mümkünse hastanın kanser tedavisine başlamadan önce beslenme düzenlemelerinin yapılması, beslenme desteği gerekiyorsa ürünlerin daha bu evrede yani kemo ya da radyo terapi başlamadan “bir tad hafızası” oluşturabilmek için tattırılması ve seçimlerinin yapılması önerilerimiz arasında yer alıyor. Unutmamak gerekiyor ki kanser hastalarında ciddi bir yıkım söz konusu o nedenle hasta kendi bedeni ve sağlığı için beslenirken neredeyse bir o kadar miktarda da hastalığı yenmek ve yıkımı durdurmak için beslenmelidir. Zaten iştah kaybı ve halsizlik yaşayan bu hastalarda normalde yedikleri miktarı bile tüketememeleri söz konusu iken, sağlıklı bir kişiye göre 1,5 kat daha fazla tüketmeleri gereken besini onlara tükettirmek ne yazık ki konvansiyonel diyetlerle mümkün olamamaktadır. Bu noktada destekleyici beslenme ürünlerinin varlığı çok önem taşımaktadır.”
Türk Beyin Damar Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Akif Topçuoğlu: “Alzheimer hastaları, çeşitli beslenme sorunları nedeniyle artan malnütrisyon riski altındadır ve yeterli besin alımı ve beslenme durumunu sürdürme hastalık seyrinde oldukça önemlidir. ALS hastalarında da malnütrisyon yaygın olarak görülmektedir ve hastalar uygun şekilde beslenmediklerinde yaşam kaliteleri azalabilmektedir. Beslenme değerlendirmesi tanı sırasında ve takip sırasında üç ayda bir önerilmektedir. MS hastalarında ise kilo kaybının ve yetersiz beslenmenin olası nedenleri; azalan hareketlilik ve yorgunluk, uygun olmayan beslenme, yeme veya içme için fiziksel zorluk, iştahsızlık, zayıf görme, azalmış biliş ve disfaji olarak tanımlanmıştır.”
KEPAN Derneği 2. Başkanı Prof. Dr. Mutlu Doğanay: “Cerrahi hastalarında, özellikle onkolojik cerrahi hastalarında, beslenme desteğinin tam ve zamanında yapılması ve etkin bir süre kullanılması hasta ve hekim lehinedir. Beslenmenin desteklenmesi, cerrahi teknik sonuçları, iyileşme ve yatış süresini, tedavi maliyetlerini olumlu yönde etkiler. Bu nedenle beslenme durumu ve bakımı tüm tedavi basamaklarında değerlendirilmeli, takip edilmeli ve varsa eksikler yerine konmalıdır. Öte yandan hareketsizlik, hastanede yatış kas kaybını hızlandıran faktörlerdir. 40 yaşından itibaren fizyolojik olarak her 10 yılda bir kaslarımızın yaklaşık %10’unu kaybediyoruz. Bu oran 70 yaş sonrasında iki katına, yani %20’ye çıkıyor. Kaybedilen kasların yerini fonksiyonel olmayan yağ dokusu alıyor. Hastalık durumunda kas kaybı daha da hızlanıyor ve hayat kalitesi olumsuz etkileniyor. 28 gün boyunca hareketsiz kalan sağlıklı gençlerde 0,5 kg kas kaybı, 10 gün boyunca hareketsiz kalan sağlıklı yaşlılarda ve 3 gün boyunca hareketsiz kalan hastanede yatan yaşlılarda ise 1 kg kas kaybı gözlemleniyor. Kas kaybı beraberinde iyileşmede gecikmeyi, hastane yatışının uzamasını ve kişilerin hareket kabiliyetinde azalma ve düşkünlüğü de beraberinde getiriyor. Taburculuk sonrası dahil olmak üzere, her hasta için beslenme değerlendirmesi ve planlaması yapılmalıdır, bu sayede hastaların çok daha hızla topluma ve hayata geri dönmesi sağlanabilir.”
KEPAN Derneği ve ESPEN Konsey Üyesi olan Prof. Dr. Meltem Halil: “Malnütrisyon özellikle geriatrik yaş grubunda sık görülen klinik bir durumdur. Bu nedenle her yaşlı hasta ne sebeple olursa olsun hastaneye başvurduğunda öncelikle mutlaka malnütrisyon açısından değerlendirilmelidir. Malnütrisyonu olan yaşlı hastalar, daha sık hastaneye yatıyor, hastaneye yattığında daha uzun süre kalıyor, daha fazla komplikasyonla karşılaşıyor ve mortaliteleri yani kaybedilme oranları da daha fazla oluyor.
Özellikle yaşlı hastada eşlik eden demans, depresyon, kanser, kalp yetmezliği, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), kronik böbrek hastalığı ve kronik karaciğer hastalıklarında malnütrisyon riski artıyor. Hastalıklar ve tedavisinde kullanılan ilaçlar da iştahı azaltarak yine besin alımını azaltabiliyor. Yaşlı hastalarda özellikle diş problemlerinin, yutma zorluklarının besin alımını azaltacağı göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle Demans veya Alzheimer gibi ilerleyici nörolojik hastalığı olan yaşlı kişilerde yutma güçlüğü yüzde 85’lere varıyor.”
Türk Beyin Damar Hastalıkları Derneği Yön. Kur. Üyesi Prof. Dr. Murat Arsava: “İnme hastalarının yaklaşık yüzde 90’ı malnütrisyon riski taşır. Akut inme hastalarının yaklaşık dörtte biri hastaneye başvuru sırasında hali hazırda malnütrisyon tanı kriterlerini karşılamaktadır. Bu oran, hastanedeki ikinci haftanın sonunda yaklaşık iki kat artarak, yüzde 50’lilerin üzerine çıkmaktadır. Özellikle rehabilitasyon merkezlerindeki hastalarda yetersiz beslenme riski çok sıktır ve kronik dönemde malnütrisyon oranı yüzde 60’a kadar çıkabilir.”kullanıldığında etkin olur. Bu nedenle bir bağımlılık uzmanının önerisi olmadan kullanılmamalıdır.
ÇOCUĞUNUZU SİBER ZORBALIKTAN KORUYUN
Eğitim hayatlarına dijitalde devam eden öğrenciler, 16-20 Kasım tarihleri arasında ara tatile giriyorlar ve ara tatilde, dijitalde eğitim dışında daha fazla vakit harcayacaklar. Bu durum onları siber zorbalara karşı savunmasız bırakabilir. MEZO Dijital Yönetim Kurulu Başkanı ve Dijital İletişim Uzmanı Dr. Nabat Garakhanova, çocukların siber zorlardan nasıl korunması gerektiğini anlatırken, ebeveynlere düşen görevler hakkında da bilgi verdi.
Ara tatil dönemi geldi. Pandemiden beri çocuklar dijitalde eğitim dolayısıyla daha fazla vakit geçiriyorlar. “We are social” raporuna göre ülkemizde 62 milyon internet kullanıcısı, 54 milyon sosyal medya kullanıcısı ve 77 milyon mobil kullanıcısı bulunuyor. Bu rakamlar pandemi dönemiyle birlikte yüzde 40’lık bir artış göstermesine rağmen ne yazık ki dijital okur yazarlıkta sınıfta kaldık. Dijital okur yazarlığa sahip olmayan anne babalar, çocukları için “Acaba interneti yasaklayayım mı?”, “Hiç kullandırmasam?”, “Ne kadar süre kullansın?” gibi konularda destek arayışı içindeler. Uzaktan eğitim sürecinde anne babalar bazı temel ilkelere dikkat ederlerse hem tatil hem de eğitim döneminde çocuklarını koruyabilirler. MEZO Dijital Yönetim Kurulu Başkanı ve Dijital İletişim Uzmanı Dr. Nabat Garakhanova, “Siber zorbalık konusunda farkındalık oluşturmak gün geçtikçe önemini artırıyor. Konya’da 9-14 yaş arasında 462 çocukla yapılan araştırma, çocukların yüzde 62’sinin siber zorbalık yaşadığını göstermiş. Konya örneği bize, İstanbul gibi nüfus yoğunluğu yerlerde siber zorbalığın derecesine işaret ediyor. Bu nedenle çocuklara medya hesabında güçlü şifre oluşturma konusunda püf noktalar öğretilmeli. “Oltalama” dediğimiz kimlik (ç)alma ya da gerçek olamayacak vaatler veren kişiler, yaşanmış örnekleriyle anlatılmalı. Çocuk hangi duyguları hissettiğinde zorbalığa maruz kalmış olabileceğini bilmeli. Zorbalardan korunmak için neler yapabilir, kimlerden yardım isteyebilir bilinçlenmeli.” derken, dijital bir ebeveyn olabilmek adına ebeveynlerin dijital okuryazarlık eğitimleri almalarını tavsiye ediyor. Çünkü yenilikleri takip ederek onları uygulayabilir olmak, gizlilik esas ve kurallarını anlayabilir olmak, dijitalin sorunlarıyla baş edebilir olmak ebeveynleri de sürekli bir yeniliğe sokacaktır.
İnternette geçirdiği süreyi azaltmayın, kaliteli zaman geçirmesini sağlayın
Ailelerin en sık başvurdukları yöntem ise çocukların internette geçirecekleri vakti sınırlandırmaları. Oysa süreyi minimuma indirmek yerine çocuklara internette nasıl kaliteli zaman geçirebileceklerini öğretebilmek daha değerli. İnternet servis sağlayıcılarından çocuklar için hazırlanmış internet paketleri, Google’nin family modu ve Youtube Kids gibi yerlerden de yararlanarak zararlı içeriklerden çocuklar zararlı içeriklerden korunabilir. Garakhanova, aynı zamanda ailelere şu tavsiyelerde de bulunuyor:
- Çocuğa erken yaştan itibaren dijital alışkanlıklar ve farkındalıklar kazandırılmalı. Ülkemizde çoğu yetişkin dijital medya okuryazarlığı konusunda bilinçli değil. İyi yönlendirilmeyen çocuklar dijital ortamda savunmasız oluyor ve istismar edilebiliyor.
- Çocukla birlikte zaman yönetimi yapılması çok önemli. Çocuk kaç yaşında olursa olsun sosyal medya kullanma sıklığını, ekrana bakma süresini ve çevrimiçi oyun oynama süresini kendisi planlamalı. Çocuğun kendi iyiliği için karar almasında anne ve baba onu yönlendirebilir.
- Çocuğa eleştirel düşünme yeteneği kazandırmak da olası zararları en aza indirir. Çocuk, ekrandaki bir içeriğin eksik veya yanlış olabileceği şüphesini taşımalı. İçeriği sorgulamayı öğrenmeli, uygun olmayan bilgilere karşı şüphe duyma alışkanlığı olmalı. Kötü niyetli kişilerin onu yönlendirebileceği konusunda dikkatli olmalı, hangi bilgileri paylaşmaması konusunda bilinçlendirilmeli.
- İnternetteki bazı özel programlarla çocuklar, sadece ebeveynleri tarafından uygun görülen uygulamalara erişebiliyor. Ebeveyn kontrolü ve çocuk kilidi gibi özellikler çocuklara güvenli bir dijital ortam sağlar, bunlardan yararlanılabilir. Ayrıca bazı uygulamalarla, örneğin ekran süresi belirleme, kısıtlı mod koyma ya da doğrudan mesajları kısıtlama gibi güvenlik önlemleri alınabilir; böylece aileler kontrol mekanizması sağlayabilir.
- Pandemi Döneminde Dünyada Zatürre Vakaları Artış Gösterdi
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün verilerine göre zatürre çocuklarda görülen en sık ölüm nedeni. Yetişkinlerde ise iskemik kalp, inme (felç) ve KOAH’tan sonra dördüncü sıradadır. Yılda ortalama 3 milyon kişinin zatürre nedeniyle öldüğü tahmin edilmektedir. 12 Kasım Dünya Zatürre Günü nedeniyle Enfeksiyon Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan önemli bilgiler paylaştı ve Covid-19 döneminde zatürre vakalarına da değindi.
Zatürre dünya genelinde çok sık görülen bir alt solunum yolu enfeksiyonudur. Dünyada insanlar enfeksiyon nedenli ölümlerde en çok zatürreden ölüyor. Aynı zamanda pandemi dönemlerinde de önemli bir hastalık çünkü grip pandemileri gibi, korona virüs pandemileri gibi pandemilerde insanların ölüm nedenlerinin başında zatürre geliyor. Bu virüsler hem kendileri zatürre yapabiliyorlar hem de bağışıklık sistemini baskılayarak bakterilerin oluşturduğu zatürrelere zemin hazırlıyorlar. Dolasıyla bu şekilde grip vakalarında ya da farklı virüs hastalıklarının yayıldığı dönemlerde zatürre ve zatürreden ölümler de artıyor.
Çocuklarda ve yaşlılarda risk daha çok
Enfeksiyon Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: “Zatürre bütün yaş gruplarında görülen bir hastalık ancak çocuklarda ve yaşlılarda risk daha çok artıyor. Bir de özellikle herhangi bir nedenle bağışıklığı baskılanmış kişiler, kronik akciğer hastalığı, diyabet, kronik böbrek hastalığı, kronik kalp hastalığı olanlarda, sigara içenlerde ve alkol kullananlarda zatürre riski artıyor.”
Kronik akciğer hastalığı olanlarda zatürre daha sık görülüyor diyen Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: “Bunun birkaç nedeni var; bir tanesi kronik akciğer hastalığı nedeniyle akciğerde yapısal bozukluklar oluyor oraya mikrop daha kolay yerleşiyor. İkincisi de kronik akciğer hastalığı olanlarda sigara içmek aynı zamanda solunum yollarındaki lokal bazı bağışıklık sistemlerinin bozuk olması ile birlikte zatürreye zemin hazırlıyor. Aynı zamanda zatürreye neden olan mikropların solunum yoluna daha kolay yerleşmesini sağlıyor.”
Bağışıklık sistemi zayıfsa zatürre oluşuyor
Zatürrenin risk gruplarında da, risk olmayan kişilerde de görülebildiğinin altını çizen Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: “Bakteriler genellikle önce boğaza yerleşiyor ve boğazda bir süre bağışıklığın düşmesi için fırsat kolluyor. Virüsler ise boğaza yerleşip beklemiyorlar onlar bulaştığı sırada bağışıklık sistemi yeteri kadar zayıfsa inip akciğerde zatürre oluşturuyorlar. Ama eğer bağışıklık sistemi iyi çalışıyorsa vücuttan hastalık oluşturamadan atılıyorlar. Zatürrenin en önemli ve sık görülen bakteriyel nedeni olan pnömokok bakterisi yetişkinlerin %5’i kadarında ama özellikle okul çocuklarının %10 – %15 kadarında boğazda bulunuyor. Bu bakteri bazen yıllarca bekliyor, bir fırsatını bulduğunda ve herhangi bir nedenle bir hastalık geçirme, kullanılan ilaç ya da sigara içme gibi faktörlerde, solunum sisteminin bağışıklığı azaldığında direkt akciğere inip orada iltihaplanmayı başlatıyor. İltihaplanma başladıktan sonra ister virüs, ister bakteri olsun vücut bir şekilde bu bakteriyi öldürmek için bağışıklık sistemini devreye sokuyor. Bağışıklık sistemindeki beyaz küreler, birçok antikor, kompleman gibi proteinler bu bakteriyi öldürmek için bir iltihabi reaksiyon oluşturuyorlar. Bu iltihabi reaksiyona bağlı hastanın bu hava kesecikleri iltihapla doluyor ve dolasıyla en büyük riski işte normalde o hava keseciklerinde solunumun beklenen fonksiyonu ortaya çıkıyor. Yani bizler nefes aldığımızda oksijenli havayı alıyoruz, o akciğerde oksijen süzülüyor kana geçiyor ve kanda toplanan karbondioksit gene bu akciğerler yoluyla dışarı atılıyor. Fakat bu kesecikler iltihap hücreleriyle dolunca bu fonksiyon yeteri kadar yerine getirilemiyor ve kişinin kanında karbondioksit yükseliyor ve oksijen düşüyor. Oksijen vücudunun bütün mekanizmaları için hayati eğer oksijen azalmaya başlarsa hem aktiviteniz azalıyor hem kalp hem diğer organların beyin de dâhil, karaciğer, böbrek tüm organların fonksiyonları yavaşlamaya başlıyor. Giderek bu organlar fonksiyonlarını yerine getiremediği için bütün organlarda bozukluklar ortaya çıkıyor. Eğer akciğerin sadece belli bir bölümü etkilenmişse o zaman bu daha hafif bir şekilde geçiriliyor. Bir süre sonra o iltihaplanma bakteri öldükten sonra ya da virüs öldükten sonra kendiliğinden düzeliyor. Ya da antibiyotik tedavisiyle düzeliyor. Sonra fonksiyonlar normale dönüyor. Ama akciğerin büyük bir kısmı etkilenmişse o zaman bu fonksiyonlar organ bozuklukları ölüme kadar götürebiliyor. Zatürre hastasında öncelikle bir iltihabi reaksiyon olduğu için ateş yükseliyor. Solunum yolları etkilendiği için öksürük oluyor. Eğer bu oksijen değişimde problemler başlarsa o durumda kendisini sık nefes alıp vermekle gösteriyor. Zatürre hastası tipik olarak ateşi vardır, öksürür ve sık nefes alıp verir. Akciğerde ağrı sinirleri yoktur o yüzden ağrılı olmaz bu süreç ama hasta hava açlığı hisseder. Nefessiz kaldığını hisseder, akciğer zarları olaya iştirak ettiyse ağrı duyar, ateşi vardır ve öksürür. Tipik tablosu budur.”
Pandemi döneminde dünyada zatürre vakaları arttı
Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: “Covid-19 neticede bir solunum yolu enfeksiyonu. Dolayısıyla solunum yolundan giren korona virüslerin oluşturduğu bir hastalık. Bu hastalık eğer hafif atlatılırsa o zaman virüs akciğere kadar inemiyor solunum yolunda bazı iltihabi reaksiyonlar yaratıyor, hastada ateş ve öksürüğe neden oluyor. Ama eğer akciğere kadar inerse akciğerde işte bu bahsettiğim iltihabi reaksiyonu oluşturuyor. Orada oksijen karbondioksit değişimi yapılamamaya başlıyor. Nefes darlığı gelişiyor ve sonunda hastaların büyük kısmı bir zatürre tablosuyla kaybediliyor. Vakaların çoğunda korona virüs nedeniyle yapısı bozulmuş akciğerin çok rahatlıkla pnömomok dediğimiz bakteri başta olmak üzere diğer bakteriler yerleşip ayrıca bir bakteriyel pnömoni oluşturuyor, tabloyu ağırlaştırıyor.”
Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: “Çocuklarda yaptığımız bir çalışma gösterdi ki covid geçiren çocuklarda boğazda bu pnömokok bakterisinin bulunma oranı covid geçirmeyenlere göre iki kat daha fazla. Demek ki covid aynı zamanda bu pnömokok bakterisinin boğaza yerleşmesini de kolaylaştırıyor böyle olunca tabi hastalarda çok yüksek oranda pnömokoka bağlı zatürre de görülüyor. Bu nedenle pandemi döneminde dünyada zatürre vakaları arttı. Bunların bir kısmı virüsün kendine bağlı ama daha da çoğu pnömokok bakterisine bağlıdır.”
Pnömokok aşısı sayesinde zatürre görülme oranında azalma sağlandı
Zatürre kısmen önlenebilir bir hastalıktı diyen Prof. Dr. Ceyhan: “Çünkü her zatürreye neden olan mikrobun aşısı ya da bir korunma yöntemi yok. Ancak, mesela zatürreye etkili ilk aşı kızamık aşısı çünkü kızamıktaki ölümlerin büyük bir kısmı zatürreye bağlı. Bu yüzden uzun süre kızamık dışında zatürreye etkili bir aşı bulunamadı. Ancak daha sonra Pnömokok ve Influenza aşıları kullanılmaya başlandı. Bunların içerisinde tabi pnömokok aşısı son derece etkili çünkü genel anlamda toplum kaynaklı pnömoninin yarısından çoğu bu pnömokok bakterisine bağlı. Dolayısıyla tüm dünyada pnömokok aşısı yapılanlarda zatürre görülme oranı %40 kadar azaldı.”
Risk gruplarındaki kişiler mutlaka hem Pnömokok hem Influenza aşılarını yaptırmalı
Özellikle risk gruplarındaki kişilerin pnömokok aşısıyla aşılanmalarının, bu hastalarda ağır seyreden zatürreler, dolayısıyla zatürrelere bağlı ölümleri azaltmak açısından önemli olduğunu ifade eden Prof. Dr. Ceyhan: “Influenza aşısı da şu açıdan önemli; influenza da hem çok sık görülen bir hastalık hem salgınlar yapabiliyor hem de ölümün en önemli nedenlerinden. Covid’deki gibi bir kısmı bu Influenza virüsünün kendisiyle ortaya çıkıyor, ama bir kısmı pnömokok bakterisinin tabloya eklenmesiyle ortaya çıkıyor. Dolayısıyla biz risk gruplarındaki kişilerin mutlaka hem Pnömokok hem Influenza aşılarının yapılması gerektiğini söylüyoruz. Çocuklara zaten Pnömokok aşısı doğumdan itibaren yapılıyor. Orada hem zatürreyi önleme amacımız var hem de menenjiti önleme amacımız var.”
Hem pnömokok hem grip aşısı aynı anda ya da istenilen aralıkta uygulanabilir
Risk grubuna giren kişilere ve ilk iki yaşındaki çocuklara pnömokok aşısı devlet tarafından ücretsiz yapılıyor diyen Prof. Dr. Ceyhan: “Risk grubunda olan 65 yaş üstü, kronik kalp, akciğer, böbrek hastalığı ve şeker hastalığı, astım dahil kronik akciğer hastalığı olan erişkinlerve özellikle travma sonrası tekrarlayan menenjit geçiren çocuklar ve koklear implant (işitme cihazı) takılan kişiler nüfus cüzdanları aile hekimlerine başvurup ücretsiz aşı yaptırabiliyorlar. Ama bunun dışında özellikle pandemi dönemlerinde risk artıyor ve “ben bu hastalıktan aşı ile korunmak istiyorum” diyen kişiler eczanelerden ücretli satın alabiliyorlar.”
Pandemi döneminde aşı talebinin artması nedeniyle bu durumda bazı değişiklikler oldu diyen Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: “Örneğin grip aşısı için devlet bir sıralama oluşturdu. Kişinin o sıralamaya girdiği e-Nabız sisteminde görünüyorsa, aile hekimine reçete yazdırıyor, aile hekiminin yazdığı reçete ile eczaneye gidip grip aşısını alabiliyorsunuz. Bu pandemi dönemine özel bir durum. Hem pnömokok hem grip aşısı aynı anda ya da istenilen aralıkta uygulanabilir çünkü ikisi de canlı olmayan aşı.”
Aşılar oldukça güvenilir
Aşıların oldukça güvenilir olduğunu dile getiren Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: “Aşıların ciddi bir yan etkileri yok. Dolayısıyla lokal yan etkileri olabilir; kızarıklık, şişlik, hafif ateş hali gibi. Ek olarak; grip aşısı yumurtadan elde edildiği için ciddi yumurta alerjisi olan yani yumurta yedikten sonra nefes darlığı, şok gibi ağır tablo gelişme hikâyesi olanlara aşı önermiyoruz. Onun dışında herkese yapılabilir.”
Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: “Zatürre, bu kadar etkin aşılara ve etkili antibiyotiklere rağmen hala ölümde ilk sıralarda. Dolayısıyla bir şekilde mutlaka insanların zatürre olmamak için elinden gelen bütün tedbirleri alması lazım. Neticede zatürre mikropları da solunum yoluyla bulaşıyor, covid pandemisi döneminde halk bunu iyice öğrendi. Hastalarla eğer bir buçuk metreden yakın temas kurulacaksa mümkünse maske takılmasını ve bahsettiğimiz aşıların yapılmasını öneriyoruz.”
Tüm Ürünlerimiz CE Belgelidir.
Üretmiş olduğumuz Pulvarize, Ateş Ölçerli Pulvarize ve Ayak Basmalı Dezenfektan Stantlarımız hem yüksek kalite olup hem de kararlı bir hijyen sağlamasıyla ün salmıştır.
Kendi imalatımız olan söz konusu ürünlerimizin özellikleri aşağıdaki gibidir;
Mailin alt kısmında paylaşmış olduğumuz tablodaki veriler uzun süre testi yapılmış gerçek verilerdir. Öncelikli olarak tabloyu incelemenizi rica ederiz.
Ateş Ölçerli Pulvarize Cihazlarımız Hakkında;
Akıllı ve Anlık Ateş Ölçer Sistemi ile donatılmış olup, yeryüzünün en hassas ve aynı zamanda en hızlı ateş ölçerini sunuyoruz.
Ateş Ölçer sistemimizin içerisinde Termal Kameralarda kullanılan Sensör Tipi Kullanılmış olup en yüksek kaliteyi yakalamış durumdayız.
Ateş Ölçerli ürünlerimizin çalışma prensibi şu şekildedir;
Ateş ölçümü 1 sn. altında ve en doğru ölçebilen sistem mevcuttur.
Ateşiniz 37’3 derece altında ise Yeşil İkaz Lambası ve Sesli İkaz ile 1 kez uyarmaktadır. Bu durumda ateşiniz normaldir.
Ateşiniz 37’3 derece üzerinde ise Kırmızı İkaz Lambası ve Sesli İkaz ile sürekli olarak uyarmaktadır. Bu durumda ateşiniz yüksektir. (Lütfen, En Yakın Sağlık Kuruluşuna Başvurunuz.)
Ateş Ölçerli ürünlerimizin Özel Siparişe Dayalı olarak üretilebilen Opsiyonel Özellikleri şu şekildedir;
Uzak Masaüstü Bilgisayarlarına, ateş ölçümü yapılan bireylerin ateş bilgisi aktarılabilmektedir. (Daha detaylı bilgi için lütfen bize ulaşınız.)
Ateş değerine göre turnike sistemlerini kontrol edebilme sistemi. (Daha detaylı bilgi için lütfen bize ulaşınız.)
Pulvarize Püskürtme Özellikli Cihazlarımız Hakkında;
Temassız ve Sensörlü çalışma sistemi.
2 Litre dezenfektan hazne kapasitesi.
2 Litre ile minimum 1700 Atım.
220 V Enerji ile çalıştırma.
Orta tutucu gövde alüminyum plaka.
Kolay taşınabilir yan tutma kulpları.
Ön taraf siyah, mika panel.
Topraklama bağlantılı ve 5 amper sigorta emniyetli.
Pulvarize ürünlerimiz masaüstü, duvar askı aparatlı ve konsollu kullanım olarak çeşitli şekillerde kullanıma uygundur.
Sıvı geçiş yerlerinde herhangi bir oksidasyon, korozyon ve paslanma olmayacak şekilde dizayn edilmiştir.
Harici cihaz üzerinde On/Off anahtar mevcuttur.
Bozuk zeminler için ayarlanabilir ayak tertibatı mevcuttur.
PULVARİZE NEDİR ?
Dezenfektan sıvısının insan sağlığına zarar vermeyecek oranda kullanım biçimidir.
Üretmiş olduğumuz Pulvarize Dezenfektan Cihazı dezenfektan sıvısını yeterli miktarda insan tenine uygulayarak kararlı bir hijyen sağlar.
Pulvarize Milli Hasıla’ya katkıdır. (Mailin alt kısmındaki tabloda açıklanmıştır.)
İnsan yoğunluğu olan yerlerde kullanımı ekonomiktir.
PULVARİZE CİHAZLAR NEDEN UYGUNDUR ?
Pompalı ve salmastralı cihazlar dezenfektan sıvısını hijyen oranının çok üzerinde verir.
Bu da insan teninde onarılması güç tahrişlere neden olur.
Tam pulvarize cihazlar ise yeterli bir hijyen sağlar.
Teninizi tahriş etmez.
Bu sayede dezenfektan sıvısını az ve öz kullanmış olursunuz.
Günümüz şartlarında kullanmak zorunda olduğumuz dezenfektan sıvılarının içerisinde bulunan alkol, klor v.b. kimyasalların el ile teması uzun süre ve fazla miktarda olduğu zaman cilt bariyerlerimize zarar verir.