Bir bürokratın hezeyanları (Köşe yazısı)

Mustafa TEMİZER 

 Aynı toplumsal iklimde bulunduğumuz, aynı eğitimi aldığımız, istemeyeceğini düşünerek ismini vermediğim bürokrat bir arkadaş duyduğu üzüntü, kaygı ve tasayla ilgili şunları söylüyor.

“Daha önceleri yazdığım gibi küçük yaştan itibaren siyasal alana duyduğum ilgi, bulunduğum toplumsal iklim, gördüğüm eğitim; eğitim sonrası bürokratik tecrübem ve hepsinin üstünde başta Kur’an olmak üzere okumalarım elbette bana bir ufuk, zenginlik kazandırdı, Elhamdülillah… “

Arkadaşımın anlattıklarına devam edeceğim ama yaşadığım bir durumu ifade etmek isterim. Yıl 1997. Çalıştığım kurumda müdür yardımcısı olarak görev yapıyorum. Müdür bey beni adasına çağırdı. “ Mustafa bey “Batı Çalışma Grubu” isimli birimden gizi ibareli bir yazı geldi.  Kurumda namaz kılan ve milli hassasiyeti olanların isim listesi isteniyor. Ne yapalım?” diye sordu. Müdürüm gerçek neyse onu yapın. İstenen listenin başında da benim olmam gerekir, kim ne bilmek istiyorsa gerçekleri bilsin dedim.

Gelişmeler göstermiştir ki bu çalışma toplumun eğilimini belirlemeye yönelik bir çalışma olmuş. Her zaman olduğu gibi batı, ülkemiz üzerindeki hesaplarını sözde toplumun dertlerine derman olacağını vaat eden mevki, makam ve maddi çıkar hırsı olan insanlar eliyle gerçekleştirmiş. Bu insanlara ve kurdukları partilere her türlü desteği vermiş. Oluşturdukları algı operasyonları ile onları kısa sürede iktidara taşımıştır. Arkadaşım anlatmaya devam ediyor.

“Evet, Ak Parti iktidarıyla ben de yapmakta olduğum mesleğin yöneticisi oldum. Dolayısıyla hem bürokrasiyi ve hem de siyaset kurumunu daha yakinen gözlemleme imkanım oldu.

İşin doğrusu o günlerde İstanbul’dan Ankara’ya taşınan siyaset kadrosunun İstanbul’daki pratikleriyle ilgili fazla bir malumat sahibi değildim. Ne zaman ki beraber çalışmaya başladık; istikametlerindeki ciddi sapmaları görünce haliyle İstanbul Belediyesiyle iş yapan arkadaşlarıma sordum; “İstanbul Belediyesinde çalışan bu arkadaşların ahvalleri nasıldı?” diye…

Bu kadroyla geçmişte bir şekliyle beraber olan bir yakınımdan da bana çok tafsilatlı bir malumat geldi. Neydi o malumatın özeti? Bu kadronun İstanbul’daki belediye imkanları üzerinden çok ciddi rantlar elde ettiklerini; zenginleştiklerini, dünyevileştiklerini; ihlaslarını, samimiyetlerini kaybettiklerini; dünya çıkarlarının iğvasına kapılarak ciddi haramlara, günahlara girdiklerini anlattı.

Bazı belediye yöneticilerinin zenginleşme ve yeni bir muhite taşınmanın getirdiği azgınlıkla eski eşlerinin üzerine eşler getirdiğini nakletmişti. Öyle ki, güya akıllarınca yaptıkları hukuk dışı işlemi meşrulaştırmak adına aynı anda iki üç kadınla imam nikahıyla evler açtıkları, ancak eşlerin birbirlerinden haberlerinin olmadığını ifade etmişti. Bu derece kirlenmiş bir siyasi kadro Ankara’ya taşınmıştı. O günlerde sosyal medya imkânı da olmadığı için bu olup bitenlerin çoğu konusunda malumat sahibi değildik.

Bir de bir 28 Şubat sürecini yaşamışız; takibat ve tahkikatlara maruz kalmışız. Bu nedenle gözümüz, gönlümüz hiçbir olumsuzluğu görmek ve duymak istemiyordu. Ne zaman ki, yönetici olarak beraber görev yapmaya başladık; istikametteki sapmayı birebir görmeye, yaşamaya başladım. Arkadaşların dilinde din, diyanet var; ancak amellerinde/eylemlerinde ise dinden, imandan eser yok. Büyük çoğunluk devlet imkanlarını kişisel çıkarları, yakınları; eş ve dostları, cemaat ve tarikatdaşları lehine nasıl kullanabileceklerinin derdine düşmüşlerdi. Kadroları ele geçirmek; kaynağın başına oturmak ve oradan sağladıkları imkanları hortumlarla bir yerlere akıtmak. Öyle aç, öyle sefillerdi ki, ikrah ettiriyorlardı. İnsanlıktan ve İslamlıktan uzaklaşmışlardı.

Ve o günlerde çevremdeki dostlarıma bu gidişatın hayra alamet bir gidişat olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Öyle ki, bu sebeple çoğu dostum ve yakınımla aramızda soğukluk oldu, mesafe kondu. “ ……….. çok mükemmeliyetçi düşünüyor; çok seçici veya bazı şeyleri çok idealize ediyor; kimseyi, hiçbir şeyi beğendirtemiyoruz.” gibi birtakım suçlamalar kulağıma geliyordu. Tabii ki bu tür suçlama ve yakıştırmaların hiç birisi beni yıldırmadı; pes ettirmedi. İnandığım ve savunduğum değerlere tam bir sadakatle iman etmiştim. Dolayısıyla yaptıklarım, ifade ettiklerim hayata bakış açımın tezahürleriydi.

Evet, 2003 yılının sonlarına doğru, yani bir yıllık icraatlarıyla iktidar aktörleri niyet ve duruşlarını ortaya koymuşlardı. Ve yılın sonunda Ak Parti iktidarından umudumu tamamen kesmiştim. Ve dört gözle emekli süremin dolmasını bekledim. Dolunca da 657 Sayılı Kanunla takılan kelepçeyi kollarımdan çıkararak ‘Hak ve Adalet’ mücadelesine bagajsız olarak devam ettim.

O gün bir şekliyle farklı mülahazalarla hakkımda olumsuz yargıda bulunanlardan pek çoğu sonradan bazı süreçleri birebir yaşayarak; yanlışları, hataları fark edip, helallik dilediler. Aslında kimseden helallik de beklemiyorum. Varsa hakkım herkese helal olsun; bir kişi hariç. O bir kişi ise, tüm umutlarımızı, hayallerimizi beş kuruşa değiştirdi.

Muhafazakâr kesimde bir bakıma Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında temsil edilen iktidarı kaybetme endişesi vardı. Ve bu nedenle yanlışlarına, hatalarına gözlerini ve kulaklarını kapadılar. Neredeyse bir asırdır iktidardan uzak tutulmuş ve birtakım mağduriyetlere uğramış bir kitlenin ayağına gelen nimeti kaybetmeme arzusu vardı. Yıllardır özlemini duydukları bir iklime kavuştukları gibi sanal bir mutluluk yaşıyorlardı. Dolayısıyla kaybetmek istemiyorlardı.

Elbette bu tutum, temelde çok da masumane bir şey değildi. İman etme iddiasında bulunduğumuz Allah’a karşı bir itimatsızlıktı.

Bize düşen her halükârda gördüğümüz ve işittiğimizle amel etmektir. Fiillerin sahipleri kimler olursa olsun, yanlışların, hataların karşısında olmak; iyinin, hayrın ve güzelin yanında olmaktır. Çünkü verenin de alanın da Allah olduğunu unutmamak, ihmal etmemektir. Buna tam bir teslimiyetle iman etmektir.  Ne yazık ki, -hâşa- Allah’a değil, şahıslara ve partilere bağlanmış umutlar vardı. Allah muhafaza, burada parti ya da kurumların vesile/araç olduğu unutulur da umut bunlara bağlanırsa bu şirktir. Fakat ne yazık ki, büyük çoğunluk bu basit hakikatin bile farkında değillerdi. Farkında olan bir azınlığı da susturabiliyorlardı; seslerinin duyulmaması için parazite edebiliyorlardı.

Evet, gerçekten çok çırpındım; çok kapı aşındırdım, tehlikeleri haber vermeye çalıştım. Yer yer kızdım, çıkıştım; insanları kırdım. Hicranım çağlıyordu; zaman zaman bendini aşıyordu. Bütün bunlara rağmen çok az bir istisna dışında kimseleri tehlikenin büyüklüğüne inandıramadım. Ve sonuç ortada… O günkü sıkıntılar, sapmalar zamanla kartopu misali büyüyerek çığa dönüştü üzerimize geldi ve sosyal anlamda büyük bir yıkım oldu. Evet, Türkiye’nin dindar muhafazakar kesimi büyük bir vurgun yedi. Ayaklarına gelen büyük nimeti teptiler; insafsızca, merhametsizce harcadılar.

Ve bunun sonucunda manevi müeyyide ile karşı karşıya geldik; Manevi dünyamız büyük bir darbe aldı, vurgun yedik. Şu an o vurgunun sarhoşluğunu; kendinden geçmişliğini, hafıza kaybını yaşıyoruz. Ve daha da kötüsü halen büyük çoğunluk bu yıkımın, bu vurgunun tam da farkında değiller ve halen cenazenin tekrar ayağa kalkacağını umut ediyorlar.”

Çare; Milletin “Yeniden Milli Mücadele” ruhuyla teşkilatlanması, “Millet”in, milli kadroların demokratik yollarla iktidar olmasıdır. Unutmayalım “İştirak etmediğimiz çilesine katlanmadığımız bir kurtuluş mümkün değildir.”

Milletimizin ve yöneticilerimizin uyanması basiretle hareket etmesi (Yanılmadan gerçekleri görebilmesi, gelecekle ilgili sezgi, uyanıklık, anlayış, kavrayış ve vizyon sahibi olması) dilek temenni ve duasıyla…