Altı kitap ve tanıtımı

SAKARYA Türk Bitti Demeden Bitmez

2020 yılında çıkan bu kitap bize, bildiğimiz sandığımız ama aslında ayrıntılarını öğrenince konu hakkında ne kadar eksik bilgimiz olduğunu bize anlatan bir kitap.

İstiklal Harbi’nde düzenli ordumuzun Yunan ordusuyla 1921 yılında yaptığı ve dokuz ayda yaşanan üç muharebeyi (I. ve II. İnönü muharebeleri, Kütahya-Eskişehir muharebeleri ve Sakarya Meydan Muharebesi) anlatıyor.

Sakarya, 1689 yılında başlayan geri çekilişin son noktasıydı. Mustafa Kemal Paşa, kurmayların görmediğini gördü ve ordumuzu hızla yenilmeden, iyice dağılmadan Sakarya’nın gerisine çekti. Dağılmadan sözünü bilinçli olarak kullandım. Zira geri çekilirken 30 bin askerimiz cepheden firar etmişti.

Sakarya’ya çekilen kuvvetlerimizi takip eden Yunan ordusunun duraksaması kuvvetlerimizin hızla yeni mevziler oluşturulmuş; silah, cephane ve asker açısından hızla takviye edilmesi için olağanüstü bir çaba üstü çaba harcanmıştır.

Pontus ve 6 Mart-17 Haziran 1921 tarihleri arasında Koçgiri isyanlarının bastıran Milis Binbaşı Topal Osman Ağa’nın komutasındaki 42. ve Binbaşı Hüseyin Avni Bey (Alpaslan) komutasındaki 47. Giresun gönüllü alayları da cepheye yetiştirildi.

Tekâlif-i Milliye (Millî Yükümlülükler ya da Ulusal Vergiler), Türk Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktalarından olan Sakarya Meydan Muharebesi öncesi ordunun ihtiyacını karşılamak ve Sakarya Savaşı’na hazırlanmak için Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın kanunla kendisine verilen yasama yetkisini kullanarak yayınladığı “Ulusal Yükümlülük” emirleridir. 7 Ağustos 1921’de yayınlanmış olup toplamı on maddedir.

-Her ilçede bir tane Tekâlif-i Milliye Komisyonu kurulacak.

-Halk, elindeki silah ve cephaneyi 3 gün içinde orduya teslim edecek.

-Her aile bir askeri giydirecek.

-Yiyecek ve giyecek maddelerinin %40’ına el konacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.

-Ticaret adamlarının elindeki her türlü giyim eşyasının %40’ına el konacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.

-Her türlü makineli aracın %40’ına el konacak.

-Halkın elindeki binek hayvanlarının ve taşıt araçlarının %20’sine el konacak.

-Sahipsiz bütün mallara el konacak.

-Tüm demirci, dökümcü, nalbant, terzi ve marangoz gibi iş sahipleri ordunun emrinde çalışacak.

-Halkın elindeki araçlar bir defa olmak üzere 100 km’lik mesafeye ücretsiz askeri ulaşım sağlayacak.

Tekâlif-i Milliye Emirleri, 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri yayımlanmıştır ve on emirden oluşmaktadır. “Tekâlif-i Milliye Emirleri” çok kapsamlı olup bir taraftan aynı vergi mahiyetindeki uygulamayı içermekte, diğer taraftan da hizmet vergisi mahiyetindeki uygulamayı öngörmektedir.

Klasik muharebelerin aksine geri çekilmek zorunda kalan ordu savaş alanını terk etmez. Mustafa kemal burada savaş tarihine geçen bir strateji uygular; “HATTI MÜDAFAA YOKTUR, SATHI MÜDAFAA VARDIR. O SATIH BÜTÜN VATANDIR”.

Yunan subayları anılarında şaşkınlıklarını anılarında şöyle anlarılar, “Ele geçirdiğimiz tepe ve siperden çekilen Türkler, hemen uygun yere siper kazıp savaşmaya devam ediyorlar”.

Selim Erdoğan,22 gün ve gece boyunca savaşılan alanı gezmiş, siperleri bulmuş, gün gün yapılan savaşları haritalandırmıştır.

Erdoğan, Genelkurmay’ın bugüne kadar yapmadığı bir şeyi de açığa çıkarmıştır, “KAYIPLAR”. Genelkurmay, 6 bin kayıp olduğunu yazmaktadır. Geri çekilme esnasında şehit olanların cenazeleri gömülmeden geride kalmıştır. Şehitlerin cenazeleri ya köylülerin inisiyatifiyle ya da Yunanlıların isteğiyle gömülmüştür. Maalesef bu şehitler kayıtlara kayıp olarak geçmiştir. Erdoğan, onlarca şehitliği bulmuştur.

Sakarya Savaşı’nın yapıldığı alan milli park ilan edilmişse de maalesef toplumumuza tanıtılmamıştır. Oysa hem büyüklerin hem de okulların mutlaka gezi düzenlemesi gereken bir alandır.

***

Altı Bardakta Dünya Tarihi- Tom Standage

Çeviren: Ahmet Fethi, Kırmızı Kedi Yayınevi dokuzuncu baskı Kasım-2020

Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından çıkarılan kitap, tarihe içecekler açısından inceliyor. Kitap bu açıdan Jarred Diamond’un Çelik, Tüfek ve Mikrop kitabını andırıyor.

Diamond, Dünya tarihini farklı bir bakışla inceliyor. Kıtalar arası iklim, tarım bitkileri ve evcilleştirilen hayvanlar arasındaki farkları da gözeten bir bakış açısıyla insanların tarım toplumuna ve yerleşik hayata geçmesini inceliyor. Tarım toplumuna geçişten sonraki seviye metalin bulunması ve işlenmesiydi. Demiri bulanlar tunca, çeliği bulanlar demire üstün geldiler. Topu ve tüfeği bulanlar hepsini egemenlik altına aldılar.

Medeniyetler arası farkı belirleyen çok önemli bir unsur da insanların mikroba dayanıklılığıydı. Amerika kıtasındaki hakların sonunu nezle, grip ve çiçek mikropları getirdi. Avrupa’dan daha gelişmiş şehirlerde yaşayan Orta ve Güney Amerika’daki yerli imparatorlukları, krallıkları kısa zamanda çöktü. Kısa bir sürede yerli nüfusun %2-3’ü hayatta kaldı.

Tom Standage, yazdığı “Altı Bardakta Dünya Tarihi” kitabında insanoğlunun suyun dışında içtiği yaşamsal sıvıların penceresinden bir dünya tarihi yazmış. Yazar, sırsıyla bira, şarap, damıtık içkiler, kahve, çay ve Cola-Cola’yı incelemiş.

“Bereketli Hilal”de MÖ 10000 civarında yabani tahıl toplanmaya başlanmıştı. İnsanlar tahıl ekip biçmeye başladıktan sonra toplayıcılık ve yarı göçebelikten yerleşik hayata geçmişlerdir. Böylece kentler kurulmuş, dinler doğmuştur. İhtiyaç fazlası tahıl devletlerin kurulmasının yolunu açmıştır. Tahıllar vergi ve ticari mal olmuştur. Tapınaklar kurulmuş, rahip krallardan krallara geçilmiş ve Antik Çağ imparatorlukları doğmuştur.

Tahıl üretiminin artması bira üretimini başlamıştır. Ürettikleri birayı kayda geçiren MÖ 4000’lerde Sümerliler olmuştur. Antik Mısır’da birayla ilgili kayıtların MÖ 2650’ye tarihlenir. Birayı Çin ve Güney Amerika’da da üretildiği biliniyor.

MÖ 870 yılında Asur İmparatoru II. Asurnasirpal 70 bin kişinin katıldığı bir ziyafet verir. İmparator beş bini yabancı olan misafirlerine 10 bin küp biranın yanı sıra uzak bölgelerden getirttiği 10 bin tulum şarabı da ikram eder.

Şarap üretimi için kurulan bağlar kısa zamanda tüm Akdeniz kıyılarını sarar. “Bereketli Hilal”de biranın üstüne çıkar. Şarap ülkeler arası bir ticari metaya dönüşür. Kısa bir sürede Greklerin ve Romalıların milli içkisi olur.

Üretim yaygınlaşınca bira ve şarap köleler dahil herkesin içeceği bir içki haline geldi. İçkilerin ilk kadehleri tanrı/tanrılara ikram edilmek için yere dökülürdü.

Daha ilk çağlarda yaşayan halklar şarabın mikropları öldürdüğünü bildikleri için başta yaraları dezenfekte etmek için tedavi amacıyla kullandılar. Romalılar şarap üretimini bir bilim haline getirdiler. Farklı bölgelerde üretilen şarapların, mahzenlerde bekletilen şarapların farklı lezzette olduğunu keşfettiler.

Daha sonra Araplar damıtılmış içkiyi keşfettiler. Önce şarabı damıttılar (Aynı metotla rakıyı buldular).

“Şarap bir benmari kullanılarak damıtılabilir ve gül suyu renginde bir şey çıkar ortaya” (Ebu Yusuf bin İshak el-Sabbah el-Kindi, MS 801-873, Güzel Koku ve Damıtık Sıvılar Kimyası Kitabı).

Avrupalılar şarabı damıtarak Brendi denilen bir içki elde ettiler. Brendi, şaraptan daha uzun süre bozulmadan kalabiliyordu.  Alkol derecesi daha yüksek olan brendi, para yerine geçmeye başladı.

Damıtık içkilerin üretimi ve tüketimi Amerika’nın keşfinden sonra patlama yaptı. İspanyollar, Kanarya adalarında şeker kamışı üretmeye başlamışlardı. Adadaki şeker kamışı tarlalarında ve fabrikalarında iki bin köle çalışıyordu.

Karayip adalarından Barbados adasında şeker kamışı yetiştirilmeye başladı. Daha sonra şeker kamışı melasından “Köpek öldüren” adını verdikleri bir içki, “Rom” üretildi.

Kuzey Amerika’ya yerleşen koloniciler, yaşadıkları şarap sıkıntısını rom üreterek aştılar. Üretim için gerekli melas Karayip adalarından getiriliyordu. Rom üretimi kısa bir zaman sonra sanayi üretimi haline geldi.

1763 yılında İngiltere ve Fransa arasında bir dünya savaşı başladı. Savaş Avrupa, Kuzey Amerika, Karayip adaları ve Hindistan’da yapıldı. Savaş, Fransa’nın mağlubiyeti ile sona erdi. Fransa, Kanada ve Hindistan’dan çekildi. Sömürgelerinin çoğu İngilizlerin eline geçti.

Savaş İngiltere’ye ağır bir mali yük getirmişti. İngiltere, bu mali yükün bir bölümünü Kuzey Amerika’daki kolonilerden tahsil etmek istedi. 1764 yılında şeker, 1765’te damga vergisi, 1767 yılında yeni vergiler ve 177e’te çay vergisi kondu. Çay vergisi Amerikan kolonilerinin bağımsızlığına giden yolu açtı. “İngiliz Parlamentosu’nda temsil edilmiyoruz o zaman bu vergi niye?” diye karşı çıkıldı. 1773 yılında Boston limanına gelen üç gemideki çaylar denize döküldü. Olaylar sürdü ve 1775 yılında bağımsızlık savaşı başladı (1775-1783).

Savaş, şeker kamışı melasının teminini aksatınca, iç bölgelere melas nakli büyük bir maliyet umuruydu. Başta Prensilvanya olmak üzere iç bölgelere göçeden İskoçya ve İrlanda kökenliler tahıldan viski üretmeye başladılar. Viski kısa sürede ABD’nin milli içkisi oldu.

Rom, köle ticaretinde kısa sürede brendinin yerini aldı. Viski ise Amerikan yerlilerine kısa bir sürede boyun eğdirdi.

Gemiciliğin gelişmesi sömürgeciliği başlattı. Avrupa’ya değişik besinler ve içkiler geldi. Bunlardan birisi de kahvedir.

Kahve, önce Yemen üzerinden İstanbul’a geldi. İstanbul, Osmanlı liman ve kentlerinde kahveyle tanışan Avrupalılar kahveyi ülkelerine götürdüler.

Kahve tutulunca, kahvehanelerin açılmasını sağladı. Önce Venedik’te kahvehane açıldı. 1652’de Londra’da bir kahvehane açıldı. Kahve çabucak benimsendi ve kısa sürede yüzlerce kahvehane açıldı.

Londra’daki kahveler kısa süre meslek erbaplarına göre ayrıldı. Bazı kahveler bilim adamları, sanatçıların toplandığı merkezlere dönüştü. Üniversiteli gençler bu kahvelere gelip, bilim adamlarını dinliyorlardı.

Osmanlılardan farklı olarak Londra’da güçlü bir tüccar sınıfı vardı. Sigorta şirketleri, finans kurumları ve halka açık şirketler kahvelerde kuruldu. Bu kahveler, o dönemin internet ağı haline dönüştü.

Kahve tüketimi artınca yetiştirilecek yeni alanlar arandı. Hollandalıların sömürgesine dönüşen Cava Adası’nın Batavya bölgesinde kahve yetiştirmeye başladılar. Fransızlar ise Batı Hint adalarından Martinik’te kahve yetiştirdiler.

Hollandalılar daha sonra Güney Amerika’daki Surinam’da kahve yetiştirdiler. Ancak kahve üretiminin merkezi Portekiz sömürgesi olan Brezilya oldu. Tabi ki milyonlarca kölenin emeğiyle. Güney Amerika’da kahve üretimi köle ticaretini zirveye çıkardı.

Çay ve İngiliz İmparatorluğu

1768 yılında su çarkıyla iplik eğirme fabrikasının devreye girmesi tekstilde büyük çığır açtı. Çok sayıda işçinin çalıştığı bu fabrikalarda çalışanlar çay içiyorlardı. Çay, bir yandan işçilere zindelik veriyordu, diğer yandan da kahve gibi ritüeli yoktu.

1773’te Sir George Mac Cartney tarafından “güneşin batmadığı bu geniş imparatorluk” ifadesi kullanıldı. ABD’yi kaybeden İngiltere, Kanada, Hindistan, Avusturalya ve Yeni Zelanda’yı sömürge imparatorluğuna kattı. Doğu Asya ticaretini elinde tutan Hollanda savaşla alt edildi. Bu imparatorluk “ÇAY” ticareti ile daha da güçlendi.

Bu dönemde İngiliz Doğu Hint kumpanyası 18. Aşırın ortalarından itibaren Hindistan’a hâkim oldu. Fiili bir sömürge yönetimi kuran kumpanyanın bir ordusu vardı.

Çay, makineleşme çağının başında İngiliz toplumunun tüketimine sunuldu. Yapımı kolay olduğu için kısa bir sürede İngilizlerin milli içkisi haline geldi. Kısa bir sürede asiller ve kraliyet ailesi tarafından benimsendi ve meşhur “5 çayı” ritüeli doğdu.

Çay, İngiltere’ye Çin İmparatorluğu’ndan geliyordu. Kısa bir sürede Çin’in esas ihraç ürünü oldu ve ipek ticaretini geride bıraktı.

Avrupa’ya çay ilk defa 1610 yılında bir Hollanda gemisi tarafından getirildi. 1630’da Fransa, 1650’de ise İngiltere’ye ulaştı. Önce sağlık amacıyla kullanılan bir içecek oldu. Çay ithali kısa sürede kaçak gelenler hariç 11 bin tona ulaştı.

İngiliz sarayına çayı İngiliz Kralı II. Charles’in eşi, Portekiz Kralı IV. Joaa’nın kızı Bragançalı Catherine soktu. Gelen çay miktarı arttıkça fiyatlar hızla düştü.

İngiltere’nin Doğu Asya ile ticaretinin önünde tek engel olan Hollanda bir dizi savaş sonunda yenildi (1784) ve Hollanda Doğu Hint Kumpanyası 1795 yılında dağıldı.

Kahvehanelere kadınlar giremiyordu. 1717 yılında bir girişimci Londra’daki kahvesinin yanında kadınlara yönelik bir çay satış yeri açtı. Bu dükkânlarda kadınlar çay içebiliyordu. Kısa bir sürede kadınların ve erkeklerin bir araya geldiği çay bahçeleri Londra’yı sardı.

Başlangıçta çaya soğuk bakan tıp çevreleri daha sonra çayı tedavi edici bir bitki olarak gördüler. Bunda doğruluk payı çoktu. Neticede kaynamış su ve çay bitkisi.  Çay kullanımı arttıkça başta dizanteri olmak üzere suyla bulaşan salgın hastalıklar yok denecek kadar azaldı.

Çay ticareti İngiliz Doğu Hint Kumpanyasının tekelindeydi. Çay ticaretinde rakip olan Hollandalı Doğu Hint Kumpanyasının dağıldı. 1763-66 yılları arasında süren savaşın sonunda Fransa’da etkisiz hale getirildi. Savaşın sonunda Kuzey Amerika’daki kolonilere yüklenen vergilerin üstüne çaya da vergi konulunca koloniler isyan ettiler ve Fransa desteği ile bağımsızlığını elde ettiler.

İngiliz Doğu Hint Kumpanyası zaman içinde Hint İmparatorluğunu ele geçirdi.

Adam Smith’in teorileri doğrultusunda kumpanyanın ticaret tekeli Çin hariç olmak üzere kaldırıldı.

Kumpanyanın Çin ile yaptığı ticaret sürekli açık veriyordu. Çinliler Avrupa’da üretilen mallara ilgi göstermiyordu. Diğer yandan Çin’de afyon tüketimi halk arasında her geçen gün yayılıyordu. Çin’e Hindistan’dan afyon getiriliyordu. Kumpanya kısa sürede afyon satışıyla dengeyi sağladı. 1828’den itibaren kumpanyanın afyon satışı çay ithalini geçti.

Çin hükümeti afyon ithali üzerinde denetim kurmak ve kaçak afyon ticaretini önlemek istedi. 1838 yılında Kanton’daki afyon depoları yakıldı. İngilizler kovuldu.

İngilizlerin buna tepkisi savaş oldu. 1839-42 yılları arasındaki savaş tarihe I. Afyon Savaşı olarak geçti. Savaş Çin’in yüz kızartıcı bir antlaşma yapmasıyla son buldu. Bu savaş Çin İmparatorluğunun sömürgeleştirme sürecini başlattı. Antlaşmayla afyon ticareti serbest bırakıldı. Hongkong İngiltere’ye bırakıldı.

Çin’e esas darbeyi kumpanyanın 1834 yılında Hindistan’ın Assam bölgesinde çay üretmeye başlamasıyla yedi. 1870’lerde çaylar makinelerle işlenmeye başlayınca üretim maliyetleri Çin çayından çok aşağılara düştü. Çin’den çay ithali hızla düştü ve bu Çin için ekonomik yıkım oldu.

Doğu Hint Kumpanyasının 1857 yılında Hindistan’daki Bengal ordusu isyan etti. İsyan kumpanyasının sonunu getirdi. İsyan tüm Hindistan’ı sardı. İsyan kanla bastırıldı. İsyanı bastıran İngilizler, 1958’de son Babur İmparatoru II. Bahadır Şah tahtan indirildi, çocukları idam edildi. Timur hanedanına son veren İngilizler Hindistan’ı İngiliz İmparatorluğu’na kattılar.

Yazar kitabın sonunda Coca Cola’nın öyküsü anlatılıyor. Amerika’nın yükselişiyle Coca Cola’nın dünyanın her tarafında boy gösterdi (Buna Mc Donalds’ı da eklemek gerek). Cola kısa zamanda ABD emperyalizminin temsilcisi oldu.

1984 yılında Los Angeles şehrinde yapılan olimpiyatlardan 12 yıl sonra Coca-Cola’nın başkenti Atlanta’da olimpiyat düzenlendi. Olimpiyatlara talip olan birçok milli devleti geride bırakarak oyunların başkentinde yapılmasını sağlayan Coca-Cola, devletler üstü bir güç olduğunu bütün dünyaya gösterdi.

Kitaptan, 1990’ların başında MÖ 1800 yılına ait bir tarifle şerbetçi otu içermeyen bir bira üretildi. Şerbetçi otu içermeyen Antik Çağ’dan kalma iki bira günümüzde üretilmektedir. İlki Danimarka-Norveç ve İngiltere Kralı olan Kral Canute adıyla İngiltere üretiliyor. Diğeri ise Fin halkının birası olan Sahti günümüzde de üretiliyor.

***

ÇERKES SÜRGÜNÜ BİR SOYKIRIM ÖYKÜSÜ

Anavatanları Kafkasya’dan 1864 yılında sürülen Adiğelerin acı öyküsünü bu kitapta okuyorsunuz. Belki de bu dünyamızdaki bilinçli olarak yapılan ilk soykırımın öyküsüdür. Rus Çarlığı ile yapılan sürekli savaşlar diğer yanda yüzyıllardır süren köle ticaretinin Adiğe nüfusuna büyük zarar vermiştir.

Osmanlı topraklarına doğru yola çıkan nüfusun üçte birinin yollarda, üçte birinin yerleştiği bu topraklarda ölmelerini, İngiliz ve Osmanlı Devleti politikalarının Adiğelere yansıyan olumsuz etkilerini kitapta dile getirilmiş.

Bundan 152 yıl önce Hazar Denizine (Kaspi Denizi) adını veren Kas ırkının son temsilcileri ana yurtlarından sürüldüler. Binlerce yıldır Kafkasya’da yaşayan ve Ön Asya’ya, Orta Doğu’ya demiri ve tekerleği tanıtmış bir halkın son temsilcileri, son istilacıya karşı verdikleri savaşı kaybettiler.

Tarihte çok katliam, göçe zorlama olmuştur. Ancak Çerkeslerin sürgününü geçmişteki örnekleriyle karşılaştırılamayacak kadar büyüktü. Çerkesler, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kabul edilen “SOYKIRIM” tanımına uyan bir muameleye maruz kalmışlardır. 1992 yılında Kabardey-Balkar, 1996 yılında Adıgey cumhuriyetlerinin parlamentoları 19. Yüzyılda Rus Çarlığının Çerkeslere yaptığı uygulamaları soykırım olarak tanımlamıştır.

Çerkeslerin yurtlarından sürülmelerinden 14 yıl sonra Rus orduları Balkanları aşıp, Yeşilköy’e geldi. Doğuda ise Sivas’a kadar geldiler. Yaklaşık 60 yıl sonra da Osmanlı İmparatorluğu sona erdi.

Yok edilen sadece bölgede yaşayan halk değildi. Antik Çağ’dan günümüze uzanan bir kültürdü. Günümüzde Kafkasya, İsrail, Suriye, Ürdün ve Anadolu’da son günlerini yaşayan bir kültüre dönüştü.

Kafkas kökenli halklar Antik Çağ’da Kafkasya’dan, İspanya’nın Bask’a bölgesinden Trakya’ya, Ukrayna’dan Sümer’e, Mısır’a, Trakya ve Balkanlara, Bugünkü Yunanistan’a, İran’ın batısına, Hazar’ın ötesin, Kırgızistan kadar uzanan bölgede yaşamışlar ve geride iz bırakmışlardır.

***

AMSTERDAM’IN GÜLÜ

Sadık Yemni-Everest Yayınları

Yazar Sadık Yemni’yle beni Sahaf dostum Süleyman Kaymaz tanıştırdı. Kendisinden akıcı bir polisiye kitap istediğimde bana Sadık Yemni’nin “Amsterdam’ın Gülü” kitabını uzattı. Kitabı elime aldığımda yazarın Hollanda da yaşadığını okudum. Kitabın ilk baskısı 1996 yılında yapılmış. Elimdeki 2003 yılında yapılan ikinci baskısıydı.

1951 doğumlu yazar, Ege Üniversitesi kimya mühendisliği bölümünde okurken, okulunu bırakıp Hollanda’ya gitmiş. Orada 1981-1989 yılları arasında tren yolu köprülerinde bekçilik yapmış. Uzun kış aylarında insanlardan uzak bekçiliği yaparken, yalnızlığı onu kalemi eline almaya zorlamış ve yazmaya başlamış.  Sekiz hikâyeden oluşan ilk kitabı 1987 yılında çıkmış. Yazar, Flemekçe ve Türkçe çok sayıda kitap yazmıştır. 12 kitabı Türkçeye çevrilmiş.

Yolum dört yıl önce Hollanda’ya düşmüştü. Gitmeden önce Amsterdam şehrini tanıtan bir gezi kitabı almıştım.  Elimde rehber, günlerce şehri yürüyerek dolaştım. Müzeleri, parkları gezdim. İlk gezdiğim yer, ünlü ressam Rembrant’ın eviydi.

Kitabı elime aldığımda bu yüzden biraz mesafeli yaklaştım. Ama kitabı elime aldığımda hikâye tek kelime ile aktı. Bir solukta bitirdim desem yalan olmaz.

Olay, kızı kaybolan Sabri Bey’in yerel bir Türk kanalında program yapan Orhan Demir’i bulmasıyla başlar. Orhan Demir’in Amsterdam yeraltı dünyasındaki Türklerle teması vardı.

Baba, kızı Selma’yı bulması için Orhan Demir’e yüklü bir para teklif eder. Orhan, araştırmalarına başlarken Selma’nın arkadaşı Aysel onu bulur. Aysel’le buluşan Orhan, iki Türk gangsterinin onu takip ettiğini fark eder. Olaylar hızla gelişir. Orhan, mikrop lakaplı arkadaşından yardım ister.

Orhan, Aysel’i sıkıştırınca büyük sır ortaya çıkar.  Selma, sevgilisi Levent, Aysel ve Mine “Gölgeler” adında bir araştırma grubu kurmuşlardır.

Gölgeler, Hollanda gazete ve dergilerinde yer alan Türk karşıtı haberleri inceleyip, bu haberlerin temelinde yer alan ırkçı söylemlere karşı mücadele edeceklerdi. Grubu örgütleyen ve Selma’nın sevgili olan Levent’in kurşunlarla delik deşik edilmiş cesedi Selma’nın kaybolmasından birkaç gün sonra bulunmuştu. Levent ve Selma tatile gidecekleri gün kaybolmuşlardı.

Grup, çalışmaları için para kaynağı ararken aralarına yeni katılan ve kumar borcu olan Fehmi’nin önerisiyle onun çalıştığı bir Türk kafesini soyarlar. Kafeden aldıkları para umdukları paranın çok altındaydı. Ancak soydukları kafedeki kasadan iki kilo da kokain çıkar. Levent, kokaini paraya çevirmek ister. Levent, kokaini paraya çevirdiği gün öldürülür.

Kitapta Amsterdam’da bildiğim, gezdiğim yerleri okumakta hoştu.

Yurt dışına giden Türkler arasında çok sayıda yazar ve sanatçı çıkmıştır. Ama polisiye yazan ve bu denli başarılı çalışma ortaya koyan çok az yazar olmalı.

***

KAÇ TÜRKİYE VAR? THEOPHANES CONFESSOR’UN KRONİĞİNDE TÜRKLER 284-813 Kronik Kitap 2021 Mayıs İstanbul

Kaç Türkiye var? Türklerin yaşadıkları yere ne denir? Diye sorsam şaşıracağınıza eminim. Çoğunuz Türkistan ve bir Türkiye var diyeceksiniz.

Kendilerine “Romanyu” diye ifade eden Doğu Roma büyük bir imparatorluktu. Tuna’dan İran’a, Kafkasya’dan Kuzey Afrika’ya uzanıyordu. Bizans adını hiç kullanmayan bu devlet günümüzde maalesef Bizans diye adlandırılıyor. Türklerle Doğu Roma arasındaki ilişkiler Romalı tarihçiler tarafından yazıya geçirilmiştir.

Türkiye kelimesi Theophanes’in kroniğinde iki yerde geçmektedir. Birincisi 588-589 yıllarının anlatıldığı kısımda Gök Türk toprakları olarak geçerken, ikincisi ise 730-31 yıllarının anlatıldığı sayfalarda Hazar Kağanlığı topraklarını ifade etmek için kullanılmıştır. (Bkz, Theophanes, aeg ,s.389-567). Dolayısıyla Türkiye kelimesi tarihte ilk defa VI. yüzyıla ait Bizans kaynaklarında görülmektedir.

1.ve X. yüzyıllarda ise İdil Nehri’nden Orta Avrupa’ya kadar uzanan saha için kullanılmış olup bu kullanım Kafkasya bölgesinde bulunan Hazar Kağanlığını ifade etmek için “Doğu Türkiye’si”, Arpad Hanedanı’nın kurmuş olduğu Macar Devleti için de “Batı Türkiye’si” şeklinde kendini göstermiştir. Bkz., Gürler, a.g.m., s.60; Yine “Türkiye adı Bizans İmparatoru VII. Constantinus Porhyregenitus tarafından bizzat kaleme alınmış olan De Administrando imperio adlı eserde, Arpad Macaristan’ını ifade etmek için defalarca anılmıştır.

Son yıllarda Türk tarihi ile ilgili birbirinden ilginç kitaplar yayınlanıyor. Genç araştırmacılar eski çağ kaynaklarını araştırıp Türkçeye çeviriyorlar.

Tarihçi Hatice Aydın Türkçeye çevirdiği “Theophanes Confessor’un Kroniğinde Türkler 284-813” eserinden Türk kavimleri hakkında çok değerli bilgiler öğreniyoruz.

Doğu Romalı (Bizans) kronikçileri ve tarihçileri önce İskit sonra Hun diye adlandırdıklarını görüyoruz. Dönemin tarihçileri atlı kavimleri Hun diye adlandırırken, Cermen ve Gotlar için bu tanımlamaları yapmadılar. Bazen aynı dönemde Bizanslı tarihçiler, Bizans hizmetindeki Türkler arasında İskit vr Hun ayrımı yapacak kadar bilgi sahibiydiler.

 Hun İmparatorluğu yıkılınca bazı Hun boyları Urallar’a, bazı boylarda Horasan yöresine gittiler.  Burada Akhun /Eftalit Devletini kurdular. Afganistan ve Kuzey Hindistan’a hâkim oldular. İpek yolunun orta ve güney bölümünü ele geçirdiler. Ak Hunlar ipek yolu ticareti için önce Sasanilerle daha sonra da Göktürklerle savaştılar.

Urallar’a gidenler orada soydaşları olduklarını biliyorlardı. Onlarla birleştiler. Nüfusları artınca Karadeniz’in kuzeyine yayıldılar. Gotları kovdular ve Hunlar 376 yılında Tuna Nehrini aştılar.

8 Ağustos 378 Hun destekli Gotlar Roma ordusunu Edirne’de bozguna uğrattılar. İmparator Valens savaşta öldü. Macar toprakları VI: yüzyıl başlarında Hunların eline geçti. Avarların MS 567’de (Bazı Bizans kaynakları 561 yazıyor 148/163) Karpat Havzasına girene kadar Hunların idaresinde kaldı.

Doğu Romalı tarihçiler Ogur boylarından Kutrigurlar Hun diye adlandırılıyorlar. 2000 kişilik Hun kuvveti (Kutrigurlardan Sinnion adlı bir boy beyi birliği) Belisarius’un emrinde Kuzey Afrika’da Vandallarla savaştı.

Dönemin tarihçileri Ogur boylarının hepsini Hun diye adlandırmışlardır. Doğu Roma-Süryani-Ermeni-Gürcü kaynakları atlı kavimleri Hun adıyla anar. Zira Kafkasya’nın kuzeyindeki saha Hun topraklarıdır.

Kronikte Doğu Roma’da çok sayıda İskit ve Hun isimli komutanlardan bahsediliyor.  Bulgarların beşe bölündüğünü, İmparator Iustinianus (539-540) döneminde Doğu Roma topraklarına akın yapan Bulgarlardan esir edilenler Armebia ve Lazika’ya gönderilerek oradaki Bizans birliklerinde kayıt altına alındığını öğreniyoruz.

Kitaptaki ilginç bilgilerden var. Avar Kağanı Bizans imparatorundan bir fil ister. Fil gönderilir. Daha sonra Avarlar fili iade ederler. Diğer ilginç bilgi alınlarında haç işareti olan Türkler olmalı. “Bizans komutanı Narses İranlıları bozguna uğratır. Aldığı esirleri öldürdü. İçlerindeki Türkleri imparatora gönderdi. Bu Türklerin alınlarında siyah dövmeli haç işareti vardı. İmparator haç işaretini sordu. Türkiye’de (Türkistan)bir salgın hastalığın ortaya çıktığını ve bazı Hristiyanların bunu kendilerine yapmalarını önerdiklerini söylerler”.

Theophanes, İstanbul’u kuşatan Araplara Bulgarların arkadan saldırdığını ve binlerce Arap’ın hayatını kaybettiğini yazar.

754/755 yıllarında İmparator Constantinus’un, “Erzurum ve Malatya’dan getirdiği Süryani ve Ermenileri Trakya’ya naklettirdiğini, bunların Pavlikanlığı Trakya’ya yaydıklarını” yazar.Doğu Romanın İran’da hüküm süren Sasanilerle yaptıkları savaşta Türk kavimleri müttefik olmuşlardır. Sabirler, Göktürkler ve Hazarlar Doğu Romanın müttefiki olarak Sasanilerle savaşmışlardır.

Sabirlerin Borex adlı kadın hükümdarı olduğunu öğreniyoruz. İran’la olan savaşta Bizans’la müttefik olmuş.

Slavların demiri bilmediğini, Karadeniz’in adı Euxine (Öksin)olduğu kitapta yer alan bilgilerden.

İki Misya olduğunu biliyor muydunuz?

Theophanes,’in verdiği bilgiye göre, Antik Çağlarda Mysia adında iki bölge bulunmaktadır. “Birincisi, aşağı ve yukarı olmak üzere iki kısımdan oluşan, Makedonya’nın yukarısından Varna’ya kadar uzanan Trakya’nın kuzeyinde ve Romanya’nın güneyinde bulunan Mysia bölgesi.

Diğer Mysia bölgesi ise Bursa ilinin batısını; Balıkesir ilinin, Edremit Körfezi kıyısındaki bölümü dışında tümünü; İzmir ilinin Bergama dolaylarındaki bölümünü, Manisa ilinin Soma ve Kırkağaç dolaylarındaki bölümünü; Çanakkale ilinin de Anadolu yakasındaki bölümünü kapsamaktaydı.

***

LABİRENT BUL BENİ

Bir hikâyeci doğuyor. Bu cümle sizi şaşırtmış olabilir ama düşüncem bu. Günümüz hikâyecilerinden ikisini tanıma şerefine nail oldum. İlki Cemil Kavukçu. İlkokul, ortaokul ve liseyi İnegöl’de okudum. Cemil Bey’in kardeşi Sinan arkadaşımdı. Evlerine çok girip şıktım.

İkincisi Kemal Selçuk, o da doğduğum kent Mustafakemalpaşalı. Kemal Selçuk, başarılı bir hikâyeci. Kendisi aynı zamanda “Novella” tabir edilen kısa roman türünün ülkemizde başta gelen temsilcisi.

“Labirent Bul Beni” Sayın Dilek Özipek Donduran’ın ilk romanı. Dağhan Gülegeç Yayınları arasında çıkan kitap Ekim 2020’de İstanbul’da vasılmış. Kitabı alime alıp okumaya başladığımda 13.-14. Safalarda irkildim. Bu iki sayfa okur üzerinde vazgeçirici bir etki yapıyor. Ama bu iki sayfayı geçtikten sonra Dilek Hanım okuru bambaşka bir dünyanın içine çekiyor. Kitabı bitirdiğimde, “İyi ki okumuşum” dedim.

Yazar, mekân olarak Bursa’yı, kahraman olarak da üç kadını seçmiş. Yazar Züleyha, Zeliha ve Zühal’in yolu Simya Kitabevinde kesişir.

Uazr güzel bir kurgu yapmış. Kahramanların öyküleri birbiriyle kesişir. Yazar, bu üç kadının iç dünyalarını, eş ve aşklarıyla, çevreleriyle olan ilişkilerini inandırıcı bir biçimde kâğıda dökmüş. Kahramanlar sonunda çevreleriyle de bir hesaplaşıyorlar. Sonunda tüm kadınlar Uludağ yolunda bir villada buluşurlar. Kitap ilginç bir finalle sona eriyor.

Kitabı bitirdikten sonra Kemal Selçuk’sa götürüp okuyup değerlendirmesini istedim. Kemal Selçuk, “Kitabı beğendiğini ve yazarın okumaya devam etmesi gerektiğini” söyledi.

Ekrem Hayri Peker