ADD’den, Atatürk Cumhuriyeti manifestosu ve emperyalistlere sert tepki

Atatürkçü Düşünce Derneği Kayseri Şube başkanı Kemal Ceylan, Dernek tarafından yeniden Atatürk Cumhuriyeti manifestosunu açıklarken, 107 yıl sonra  ülkenin yeniden sırtından vurulması nedeniyle emperyalist ülkelere sert tepki gösterdi, şunları söyledi.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ MANİFESTOSU

Zafer’in 100. yılından, Cumhuriyet’in 100. yılına ilerler ve bir seçime giderken; Demokratik Kitle Örgütlerinin katılmasını umduğumuz, Siyaset Kurumunun dikkate almasını beklediğimiz, Ulusumuz’un da desteklemesini dilediğimiz ÇAĞRIMIZDIR.

AZİZ MİLLETİMİZ!

Her karışını kanlarıyla sulayarak VATAN yaptıkları bu topraklar üzerindeki bağımsızlık ve egemenliğimizi Lozan’la dünyaya tanıtan KEMALİST DEVRİMCİLER, akıl ve bilimden koptuğu için çökmekte olduğunu gördükleri, cepheden cepheye koşarak kurtarmaya çalıştıkları, yıkılışını tarifsiz acılarla yaşadıkları devletlerinin enkazı üzerinde, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” düsturuyla kurdukları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hamuruna bir MAYA kattılar. O mayanın adı NAMUS’tu!  Devletimizin hamurunu çürümekten koruyan NAMUS MAYASI’nın eksilmesine izin verilmemelidir.

Çok kutuplu yeni bir DÜNYA DÜZENİ oluşurken; barış, huzur ve topyekûn kalkınma için, bu toprağın insanlarının kadın erkek birlikte yarattığı, başarısı kanıtlı, bütün ilke, eser ve politikalarıyla dünyaya örnek olmuş ATATÜRK CUMHURİYETİ en doğru yoldur, YENİDEN o yola girilmelidir.

ATATÜRK CUMHURİYETİ; Aydınlanma Devrimleriyle toplumu tepeden tırnağa değiştiren, çağ atlatan, özünde bir KÜLTÜR ve KADIN devrimi, SANAT ve BİLİM özgürleşmesi, bir TÜRK RÖNESANSI’dır. Anadolu’nun binlerce yıllık kültürü ile bütünleşen LAİK CUMHURİYET KÜLTÜRÜ devletimizi bugünlere taşıyan en değerli kazanımımızdır, korunmalıdır.

LAİKLİK; demokrasinin olmazsa olmazı, aklın doğmalara tutsaklıktan kurtularak özgürleşmesi, yurttaşın; fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür birey olmasıdır. Devlet; taş binalar değil, görevli yurttaşlardır ve görevlileri laik bireyler ise laiktir. Laiklik; gölgesinde güvenle yaşadığımız Cumhuriyet Kubbemiz’in kilit taşıdır. Tarihten ders alınmalı, tarikat, cemaat adıyla örgütlenmiş, emperyalizm taşeronu yapılanmalar için yasalar uygulanmalı, Devlette hiçbir Laik Cumhuriyet ve Üniter Ulus Devlet karşıtı kadrolaşmaya izin verilmemelidir.

YARGI; egemenliğin ve Ulusal bağımsızlığın temel unsurudur. Bağımsız olacaktır, ama tarafsız olamaz. Anayasal düzenden yana taraftır. Bir devlet; yargı hak ve yetkisini, hiçbir koşulda başka bir otoriteye ya da devlete devredemez. İktidarların ya da paralel güçlerin emrine girmiş, baskılarla hüküm kuran bir yargının devletleri felakete sürüklediğinin tarihte örneği çoktur, biri de Osmanlı Devleti’dir. Yargı; kayıtsız, koşulsuz bağımsız olmalıdır. Ulusumuz; 1961 Anayasası’nı esas alan demokratik bir ANAYASA’ya ve Hukukun Üstünlüğü ile Kuvvetler Ayrılığı ilkesine tam bağlı gerçek bir HUKUK DEVLETİ’ne kavuşturulmalıdır.

PARA; bir diğer egemenlik ve ulusal bağımsızlık unsurudur. Üretimden kopmuş, hukuk güvencesi sunamayan, nepotizme, yolsuzluğa, rüşvet ve israfa batmış devletlerin PARASI PUL, YURTTAŞI KUL olur. Üretim artırılmalı, her yurttaşın vergi mükellefi olacağı, her gelir ve harcamasını kayda geçireceği adil bir vergi sistemi kurulmalı, kayıt dışı ekonomi önlenmeli, hakça bölüşüm ve gelir dağılımı adaleti sağlanmalıdır. Merkez Bankası bağımsız olmalı, kamu maliyesi naslar ya da saplantılarla değil, akıl ve bilimle yönetilmelidir.

ATATÜRK’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına TÜRK MİLLETİ denir” tanımı doğrultusunda; ulus olma bilinci ve ulusal birliğimiz güçlendirilmelidir. Emperyalizmin “BÖL YÖNET” taktiği güdümlü Mikro Milliyetçilik ve mezhepçilik tuzaklarına düşülmemeli, federasyon çağrıştıran arayışlara itibar edilmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı mezada düşürülmemeli, siyasi beklentilerle dağıtılmamalıdır. Uluslaşamamış, Ulus Devlet olamamış Irak, Suriye, Libya, Ukrayna gibi uzak yakın bazı komşularımız dahil, bir çok devletin nasıl ezilen çimen oldukları iyi değerlendirilmeli, ÜNİTER ULUS DEVLETİMİZ gözümüz gibi korunmalıdır.

DIŞ POLİTİKA; “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi ve bölge merkezli karşılıklılık esaslı KEMALİST felsefeyle yürütülmelidir. Atatürk’ün; Sadabad ve Balkan Paktları, Montrö ve Hatay politikaları ile SSCB (Rusya), Orta Doğu ve Avrupa ilişkilerindeki prensipleri hep akılda tutulmalı, uluslararası anlaşmalarda ve büyük devletler siyasetinde bağımsızlığımızı zedeleyecek adımlardan kaçınılmalıdır. BOP, 21. yüzyılın Sevr’idir. Bölgemizi kana bulayan bu emperyal projenin Sevr ile aynı mantıkla hazırlandığı ve ülkemizi bölme amacının haritası ile sabit olduğu görülmelidir. Cumhuriyetimiz antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı KURULUŞ AYARLARI’na dönmeli, TÜRKİYE TÜRKİYE’DEN YÖNETİLMELİDİR!

TBMM’ye neden GAZİ MECLİS dendiği, Devletimizin Büyük Millet Meclisi Hükümeti esası ile kurulduğu, MECLİS’in demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partilerden oluştuğu dikkate alınarak Meclis iradesini esas alan bir yönetim sistemi kurulması, yürütme erkinin TEK ADAM’a teslim edilmemesi hedefi doğrudur, ancak sonraki iştir. Seçim kapıdadır. Mevcut Anayasamıza göre Türkiye’yi seçilecek Cumhurbaşkanı yönetecektir. Seçmenin; “En iyi ben yönetirim” diyecek ve ikna edecek adaya oy vereceği unutulmamalıdır.

EĞİTİM en önemli sorunumuzdur. Çocuklarımız; öncelikle düşünmeyi, öğrenmeyi, sorgulamayı öğrenmeli, tarikat ve cemaatlerden, hurafe ve dogmalardan uzak tutulmalı, bilimsel bilgi ile eğitilmelidir. 4+4+4 yanlışından dönülmeli, temel eğitim kesintisiz 12 yıl olmalıdır. Parasız LAİK MİLLİ EĞİTİM SİSTEMİ ile özgür bireyler yetiştirilmeli, öğretmenlerimiz YENİDEN baş tacı edilmelidir. Öğretim Birliği Yasası’nı yok etme çabalarına, hele 100 yıl sonra yeniden MEDRESE ve benzeri DİYANET AKADEMİSİ türü arayışlara hiç girilmemelidir. Üniversitelerimizin bilimsel ve idari özerkliği tartışmasız demokratik bilim yuvaları olacağı bir Üniversite Reformu yapılmalı, ara eleman yetiştirecek meslek okulları Köy Enstitüleri modeliyle YENİDEN örgütlenmeli, gençlerimiz geleceklerini yurt dışında arama çaresizliğinden kurtarılmalıdır.

SAĞLIK, sosyal devletin temel görevidir. Hastayı müşteri, hastaneyi ticarethane olarak tanımlayan, sağlık çalışanının emeğini sömüren, insan sağlığını küresel kapitalizmin çok uluslu şirketlerinin talanına terk eden neoliberal sağlık politikalarına son verilmeli, Koruyucu Tıp öncelikli Toplumcu Kamusal Sağlık Sistemi YENİDEN kurulmalı, ilaç, aşı ve tıbbi malzeme üretimi yerli kaynaklara dayandırılmalıdır.

KADININ; insan olarak eşitliği temelinde, çalışma hayatının ve sosyal yaşamın içinde olması ile toplumsal özgürleşmenin mümkün olacağı bilinciyle, sadece ailenin değil, uygarlaşmanın da taşıyıcı kolonu olduğunu içselleştiren bir yönetim anlayışı YENİDEN yaratılmalıdır. Eğitim müfredatından başlanarak, medyadan sokağa ve eve kadar, başta kadına ve çocuğa, şiddetin, istismarın her türü sözlüklerimizden çıkarılmalıdır. İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’ne dönülmeli, ÇOCUK ve GELİN sözcüklerinin birlikte kullanılması utancı tarihe gömülmelidir.

İstihdam yaratamayan, Sosyal Güvenlik Sistemini çökerten, sürekli cari açık üreten, dışa bağımlı, emekçisini, emeklisini süründüren, nüfusun % 1-2’si ile Faiz Lobileri’ne çalışan NEOLİBERAL ekonomi politikaları sürdürülemez. Üretimsizlik SEBEP, faiz, enflasyon, işsizlik ve açlık NETİCEDİR. Yüksek teknolojili ürün üretme ve 4 Denge Teorisi (Bütçe, Gelir gider, Dış Ticaret, Kamu Özel Sektör Dengeleri) esaslı KEMALİST KARMA ÜRETİM EKONOMİSİ YENİDEN Devletimizin Ekonomi Politikası olmalıdır. Devlet Planlama Teşkilatı YENİDEN devreye sokulmalı, akılcı planlama ve teşvik politikaları ile kamu ve özel tüm güçlerin katılacağı bir ÜRETİM SEFERBERLİĞİ başlatılmalı, KOOPERATİFÇİLİK geliştirilmelidir. İşsizliğin ücretleri baskılamasına, sermayenin emeği kâr hırsına kurban etmesine izin verilmemeli, Sınıf Sendikacılığı güçlendirilmeli, “Sigortasız İşçi”, “Çocuk İşçi” gibi kavramlar yok edilmelidir. Bilişim çağı ve sanayi 5.0 kaçırılmamalı, TARIM ve HAYVANCILIK güçlü biçimde desteklenmeli, en zor koşullarda kendini doyuran 7 ülkeden biri olmamızı sağlayan çiftçimizi toprağından koparan politikalara son verilmeli, kamu üretim tesisleri YENİDEN faaliyete geçirilmelidir.

NÜFUSUMUZ ve insan kaynağımız planlanmalıdır. Eğitimsiz kalabalıkların iş gücü ve üretime katılamayacakları, topluma yük olacakları bilinmeli, insanlarımız 3 çocuk yapma, 5 çocuk yapma gibi bilim dışı öğütlerle eğitimsizlik, işsizlik ve yoksulluğa mahkûm edilmemelidir.

MÜLTECİ (Geçici Sığınmacı) sorunu, akıl dışı ırkçılık suçlamalarının sislemesine bırakılmayacak kadar ciddidir. Bu sorunun; demografik yapımızı tahrip ve ülkemizi bölme amaçlı bir emperyal saldırı olduğu görülmeli, gereği yapılmalıdır.

TÜRKİYE; sınırlarını koruyamayan, yurt dışı tek toprağı Süleyman Şah Türbesi’ni terör örgütlerine terk eden, 19 adasındaki Yunan işgalini tepkisiz seyreden, beyzbol sopaları ve mektuplarla had bildirilen, tehditle terörist(!) salıveren, kapılarda bekletilen, tescilli rüşvetçilerce temsil edilen ve İTİBARI saraylarda arayan bir ülke olmamalıdır. TÜRKİYE; büyük doğmuştur, onurlu insanlar ülkesidir, büyüklüğüne layık ve onurla yönetilmelidir.

ORDUMUZ; siyasetin etkisinden arındırılmalı, komuta bütünlüğü YENİDEN sağlanmalı, kendi sağlık, eğitim, yargı ve terfi sitemlerine sahip kılınmalıdır. PARTİ ORDUSU arayışları nafile, sonu hüsrandır. Paramiliter yapılanmalar dağıtılmalı, bireysel silahlanma önlenmeli, halkımızın bütün güvenlik güçlerimize tereddütsüz güveneceği bir düzen kurulmalıdır.

BASIN; Atatürk’ün “Basın hürriyetinden doğan mahzurların giderilme vasıtası, yine basın hürriyetidir.” sözü ışığında ÖZGÜR olmalıdır. Basın organları sahiplerinin tek işlerinin basın olması YENİDEN sağlanmalı, YANDAŞ MEDYA yaratmanın kimseye yararı olmayacağı bilinmelidir.

SİYASİ PARTİLER ve SEÇİM YASALARI demokratikleştirilmeli, lider sultası ortadan kaldırılmalıdır. Anayasa ve yasalarımıza uygun bütün örgütlülüklerin -Örgütlü Toplum olmanın- önündeki engeller kaldırılmalı, hukuk dışı uygulamalarla baskılanmamalıdır. Tırnak boyası ve seçim kurulları dahil, SEÇİM GÜVENLİĞİ tartışılır olmaktan çıkarılmalı, propaganda eşitliği sağlanmalıdır.

ULAŞIM; demiryolu ve deniz ulaşımı öncelikli geliştirilmelidir. Başta ENERJİ, tüm stratejik üretim alanlarındaki korkunç dışa bağımlılığımız en aza indirilmeli, yer altı ve yer üstü kaynaklarımıza, sularımıza, madenlerimize, ormanlarımıza ve çevremize sahip çıkılmalıdır.

Çalışma yaşamından banka ve sigorta sistemine, turizm ve kültürden spor ve sanata, emekli ve yaşlılarımızdan engelli yurttaşlarımıza her alanda uygulanacak ulusal ve akılcı politikalarla insanlarımızın barış, huzur ve güven içinde yaşayacakları bir düzen kurulmalıdır.

Ulusumuz; bütün bunları 100 yıl önce yaptı, doğru önderlik, doğru kadrolar, doğru yol haritası ile bugün de yapacak güçtedir. ULUSUMUZA GÜVENİYORUZ!

Dünyanın en bereketli topraklarında, dünyanın en fedakâr, en çalışkan halkını açlığa mahkûm eden BU DÜZEN DEĞİŞMELİDİR!

Biz Atatürkçü Düşünce Derneği üyeleri, MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ; bilgili olacağız, cesur olacağız, kararlı olacağız, çok çalışacağız, KEMALİZM’in namus sesini bir SİS ÇANI gibi yurdumuzun semalarına asacağız ve milletçe YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ’ni kuracağız. SÖZ VERİYORUZ!

TÜRK ULUSU, 107 YIL SONRA BİR KEZ DAHA ARKADAN VURULDU !

1.Dünya Savaşı sırasında emperyalist ülkelerce desteklenen Ermeni çetelerinin, vatandaşı oldukları devlete ihanet ederek Osmanlı Ordusu’na saldırmaları üzerine, Osmanlı Hükümeti’nin çıkartmak zorunda kaldığı Tehcir Yasası’nın 107 yılında Türk Ulusu bir kez daha arkadan vuruldu. Bu kez arkadan vuranlar arasında, Türk Milleti’ni temsilen TBMM’de görev yapan HDP Milletvekili Garo Paylan ile CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun da yer alması ise, kamuoyunun büyük tepkisi ile karşılandı, infial yarattı.

107 yıl önce, özellikle Doğu cephesinde, Çarlık Rusya’sı ve İngilizler tarafından desteklenen Ermeni Taşnak ve Hınçakçetelerinin Osmanlı Ordusu’nu arkadan vurması ve Türk köylerinde yaptıkları katliamlar nedeniyle, 25 Nisan 1915 tarihinde, cephe gerisindeki Ermeni yurttaşlara ilişkin Tehcir (Göç Ettirme) Yasası çıkarılmıştı. Bu yasanın uygulanması sırasında günün elverişsiz koşullarının da neden olduğu istenmeyen olaylar yaşanmış, karşılıklı çatışmalarda çok sayıda Ermeni ve Türk yurttaş yaşamını yitirmişti. 1. Dünya Savaşı’nın ardından Mütareke döneminde İngilizlerin baskıları ile Nemrut Mustafa Divanı adı verilen düzmece mahkemeler kurulmuş, sonradan TBMM’nin “Milli Şehit” ilan ettiği Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey emperyalist işgalcilerle iş birliği yapan Saray ve Damat Ferit Hükümeti’nin istemiyle -tıpkı Mustafa Kemal ve arkadaşları gibi- bu düzmece mahkeme tarafından idama mahkum edilmiş ve 10 Nisan 1919’da asılmış, Malta adasına sürülen Osmanlı siyasetçilerinin yargılamasında ise, tek bir kanıt bulunamamış, tek bir mahkumiyet kararı verilememişti.

Mustafa Kemal Atatürk, Ulusal Bağımsızlık Savaşı sürerken 26 Şubat 1921 tarihinde kendisi ile röportaj yapan Amerikalı gazeteci Streit’in konuya ilişkin sorularını şöyle yanıtlamıştı:

Streit: “Harbi Umumi esnasında yapıldığı mütemadiyen ağızlarda dolaşan Ermeni katliam ve tehciri hakkında hükümetinizin resmi görüşü nedir?”

Atatürk: “Rus ordusu 1915’te bize karşı büyük taarruzunu başlattığı bir sırada, o zaman Çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak Ermeni Komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyan ettirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında çekilmeye mecbur kaldığımız için kendimizi daima iki ateş arasında kalmış gibi görüyorduk. İkmal ve yaralı konvoylarımız acımasız şekilde katlediliyor, gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürüyordu. Bu cinayetleri işleyen ve saflarına eli silah tutabilen bütün Ermenileri katan çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmallerini bazı büyük devletlerin daha barış zamanından beri kendilerine kapitülasyonların bahşettiği dokunulmazlıklardan istifade ederek ve bu maksada yönelik olarak büyük stoklar husule getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinden yapıyorlardı. İngiltere’nin barış zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya kamuoyu, Ermeni ahalisinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan çoğu, şayet İtilaf devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi, çoktan evlerine dönmüş olurlardı.”

Streit: “Ermeniler ve Rumlar tarafından Türklere karşı vukuu rivayet edilen katliam hakkında ne gibi malumat verebilirsiniz?”

Atatürk: “Gerek Umumi harp sırasında, gerek Mütareke’den sonra Ermeniler ve Rumlar tarafından Müslüman ahaliye yapılan zulümler üzerinde durmak uzun bir hikaye olur. Brest-Litovsk Antlaşması’nın yapılmasını müteakip Rusların Doğu vilayetlerimizi tahliyeye başladıkları sırada Ermeni çetelerinin yapmış oldukları katliam ve tahribat kafi derecede herkesin malumudur. Sivas’ta benimle görüşmüş olan, daha sonra bu bölgeleri ziyaret eden ve buralarda Ermeni çetelerinin yaptıkları hususunda tafsilatlı gözlemlerde bulunarak daha sonra kendisine bu konuda anlatmış olduklarımın doğruluğunu teyit eden Amerikalı General Harbord, Amerikan kamuoyunun kendisinden faydalı malumat temin edebileceği bir şahidimizdir. Taşnaklar daha sonra da Kars ve Oltu bölgelerinde Alexandropol Antlaşması’nın yapılmasına kadar cinayetlerine devam etmişlerdir.”

Streit: “Wilson projesi hakkındaki görüşünüz nedir?”

Atatürk: “Ermenistan birkaç günden beri tekrar Taşnakların eline düşmüştür. Alexandropol Antlaşması’nı samimiyetle tatbik mevkiine koyacak her Ermeni Hükümeti dostluğumuza güvenebilir. Milyonlarca Türk’ü binlerce Ermeni’nin hakimiyetine terk etmeye kalkışan Wilson projesi ise, sadece gülünçtür!”

Keza Atatürk; Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı dönemde yaptığı yurt gezisinin Adana durağında, Türk Ocağı’ndaki Esnaf buluşmasında Esnaf Cemiyeti Başkanı Ahmet Remzi (Yüreğir)’nin söylevine cevaben yaptığı ve 21 Mart 1923 tarihli Hakimiyeti Milliye gazetesinde yayınlanan konuşmasında da; 8 yıl önce (1915) Osmanlı Hükümetinin aldığı Ermeni Tehciri kararının ne denli haklı gerekçeleri olduğunu anlattıktan, 1. Dünya Savaşı’nda Ermeni çetelerinin nasıl yüz binlerce Anadolu Türk’ünü katlettiğini söyledikten ve tehcir uygulamalarında istenmeyen bazı acıların yaşandığından da söz ettikten sonra, konuyu Adana ve civarının Ermeni Yurdu olduğuna yönelik emperyalist (özellikle Wilson) iddialara getirerek “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur” demiş, noktayı koymuştur.

Yaşananlar hafızalarda taze ve her iki taraftan tanıklar hayatta iken dile getirilmeyen iddialar, tanıkların ebediyete intikali  sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı siyasal bir saldırıya dönüştürülmüş, dünyanın değişik ülkelerinde onlarca Türk Diplomat Ermeni terör örgütlerinin kanlı saldırılarında şehit edilmiştir.

“Üç T” formülü ile harekete geçirilen emperyalist destekli sözde “Ermeni Soykırımı” iddiaları, önce “soykırımı” (T)anıma, sonra (T)azminat, sonrasında da ülkemizden (T)oprak talebinde bulunma stratejisi ile yürütülmektedir.

Toprak talebi; Vilâyat-ı Sitte adı ile 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması’na göre Osmanlı Devleti’nin Erzurum, Van, Mamüretü’l Aziz (Elazığ), Diyarbekir, Sivas, Bitlis vilâyetlerini kapsayan bölge ile ilgilidir. Milli Mücadele ile çöp olmuş 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesinin 24. maddesinde -tabii 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Anlaşmasında da- “Altı Ermeni ili” olarak söz edildiğinden bahisle Ermenistan anayasasında da yer alan ve bu 6 ilimizi talep eden Ermeni iddialarının elleri kanlı gerçek sahipleri emperyal güçler, Antiemperyalist ve Tam Bağımsızlıkçı Kemalist Cumhuriyet yolunun terk edilmesinin yarattığı iklimden de yararlanarak, ülkemizi bölme amaçları doğrultusunda, son 50 yıldır her 25 Nisan günü Türkiye Cumhuriyeti’ne saldırarak “Soykırım” iddialarını canlı tutmak, Kurtuluş Savaşı’nda yenildikleri Ulusumuz’u “soykırımcı” olarak mahkûm etmek, intikam almak istiyorlar.

Kemalist Cumhuriyet döneminde ağızlara alınmaya bile cesaret edilemeyen bu EMPERYALİST YALAN, son yıllarda her 25 Nisan öncesinde “ABD Başkanı ne diyecek?” endişesi ile nutku tutulan siyaset kurumunun edilgen tutumu ile güçlendi ve bu yıl içeriden saldırıyla adeta taçlandı

İçeriden saldırı, evet…

Önce HDP Milletvekili Garo Paylan “soykırım” iddialarının resmen tanınması için TBMM Başkanlığına bir kanun teklifi sundu.

Hemen ardından da; CHP Programının Dördüncü Bölümü Ulusal Güvenlik ve Dış Politika başlığı altındaki 131-132. sayfalarında “Ermenistan’la ilişkilerin geliştirilmesi de, bu ülkenin işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmesi, dünyadaki Ermeni örgütleri vasıtasıyla Türkiye’ye karşı uluslararası hukuka aykırı biçimde soykırım iddiasıyla girişimlerde bulunmaktan vazgeçmesi ve Ermeni devletinin resmi belgelerinde Türkiye’ye ait bazı topraklarda Ermenistan’ın emelleri olduğu izlenimini veren ifade ve sembollerin çıkartılması koşullarına bağlıdır. CHP, Sözde Ermeni Soykırımı iddiası ile ülkemizin haksız önyargılarla suçlanmasına karşı bugüne kadar Partimiz öncülüğünde sürdürülen kararlı duruşa sahip çıkmaya devam edecektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önceki dönemde gerçekleştiği iddia edilen sözde Ermeni soykırımı konusunda ülkemizi suçlayıcı keyfi kararlar alınmaktadır. CHP; 1948’de BM Genel Kurulu’nda oybirliği ile kabul edilen Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde yapılan açık tanım çerçevesinde, konunun bağımsız tarihçiler tarafından, Türkiye, Ermenistan ve Rusya dâhil ilgili tüm ülke arşivlerine erişim olanakları kendilerine tanınarak, iddiaların gerçekçi ve doğru zeminde, önyargılara kapılmadan incelenmesi gerektiği görüşündedir.’’ dendiği ortada iken CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda “107 yıl önce 24 Nisan 1915’te yüzlerce Ermeni aydını İstanbul’da gözaltına alınıp Çankırı, Ayaş, Ankara’ya sürüldü ve zorla kaybedildi. Kötülüğün miladı olan bu tarihle yüzleşmeden gerçek adalet sağlanamaz” ifadelerini kullanabildi.

CHP sözcüsü Faik Öztrak ise, GaroPaylan’ın kanun teklifi üzerine yaptığı açıklamada “Herkes kendi işine baksın” demekle yetindi.

İlgili tüm taraflarca bilinmesi gereken; Taşnak önderi, Ermenistan’ın ilk Başbakanı OvanesKaçaznuni’nin 24 Nisan 1923′ te hazırladığı raporda “Gönüllü silahlı birliklerin oluşturulması hataydı. Tehcir kararı doğruydu, amacına uygundu. Türkiye savunma içgüdüsüyle hareket etmişti” dediği, sayısız Tarihçi Bilim İnsanının olayların “soykırım” olarak nitelenmesinin olanaksız olduğunu saptadığı ve nihayet, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesinin konu hakkındaki net kararının Türk Ulusu’nu“soykırımcı” olarak ilan etme girişiminin önünü kesin olarak kapattığıdır.

Öte yandan; Ermeni iddiaları sadece 1915 olaylarını da kapsamıyor. Ulusal Kurtuluş Savaşımız sonrasında 29 Ekim 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir “soykırım” ile hayat bulduğu hadsizliğini içeriyor. Akıl, ahlâk ve edep yoksunluğunun bu kadarına ne denir?

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ; bu emperyalist yalanı kesin bir dille reddettiğini, tüm dünya ülkelerini tarih bilimine ve hukuka saygılı olmaya, hele soykırımın kitabını yazmış, gırtlaklarına kadar masum halkların kanına gömülmüş, bugünkü zenginliklerini mazlum milletleri katledip yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürerek edinmiş haydut devletleri hadlerini bilmeye ve Türk Ulusu’nun onuru ile oynama densizliğini terk etmeye çağırdığını, tüm demokratik kitle örgütleri ile siyaset kurumunun, özellikle TBMM’de görev yapan bütün partilerin ve bütün milletvekillerinin net tavır almasını beklediğini kamuoyuna  duyurmayı görevi saymaktadır.